Monthly Archives: November 2012

UMBERTO ECO İLE ANLATI ORMANLARINDA GEZİNTİ

Umberto Eco’nun Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti’si, Harvard Üniversitesi’nde sunduğu konferans metinlerinden oluşuyor. Anlatı konusunda kuramsal çalışmalarıyla da tanınan Eco’nun, bu kitaptaki çözümlemeleri epey ilginç. Benim en çok ilgimi çeken konu ise yazarın değil okurun durumuna daha fazla kafa yormuş olması.

Nasıl iyi okur olunur konusunda bir rehber kitap gibi Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti. Ama bunu didaktik bir üslupla yapmıyor, aksine konunun felsefi yönünü öne çıkarıyor. Sorular sorarak, konudan konuya atlayarak, çok güzel örneklerle bir düşünceyi açıklayıp aslında ne dediğini hiç de söylemeyerek, okuru anlamaya (örnek okur olmaya) zorlayan bir yaklaşımı var. Okudukça düşünüyor, düşündükçe bir şeyler keşfediyor insan. Bu bakımdan tek bir defa okunup kenara konulacak bir kitap değil kesinlikle.

Örnek Okur Örnek Yazar

Okur, bir anlatıyı takip ederken metinle öyle ya da böyle işbirliği yapar. En azından yazarın bıraktığı boşlukları kendince doldurur. Böylece örnek okur olma yolunda ilk adımı atar. Anlatı ormanında ilerledikçe yol bir süre sonra çatallanmaya başlar. Artık her adımda bir seçim yapmak zorunludur. Hatta okur, anlatıcının seçimlerini önceden tahmin etme oyununa başlar. Oraya buraya bırakılan ipuçlarını takip ederek kurmacayı çözemeye çalışır. Anlatının dili, tonu, zaman seçimi, olayların gelişim hızı, aslında metne dair her detay bir ipucudur.

Örnek okur, ampirik okur değil Eco’ya göre. Ampirik okur, metni değişik biçimlerde okuyabilir. Çoğu zaman da anlatıyı, kendisinde rastlantısal olarak uyandırdığı tutkuların bir mahfazası gibi kullanır. Burada, derin bir üzüntü halindeyken komedi filmi izleme konusunu örnek veriyor Eco. Bu durumdaki izleyici için gülmek zordur. Ampirik izleyici, filmi yanlış okumaktadır. Neye göre? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre.

Örnek okur, sadece metinle işbirliğine gidecek kişi değil, yazarın yaratmaya çalıştığı okurdur aynı zamanda. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan bir anlatıyı dinlemeye hazırlanan kişi bir çocuk veya sağduyunun ötesinde bir hikâyeyi dinlemeye hazır bir kişi ise ancak örnek dinleyici olabilir.

Bu anlatılanlardan, bir metni kendi tecrübelerinin, tutkularının etkisinde okuyan kişi örnek okur olamaz diye anlıyorum. Örnek okur, oyunun kurallarını bilen ve oyunda kalabilen kişidir. Peki, oyunun kurallarını kim koyuyor? Burada bir tuzağa düşüp tabi ki yazar diyecektir çoğumuz. Ama eğer örnek okuru ampirik okurdan ayırdıysak, örnek yazarı da ampirik yazardan ayırmamız gerekir.

Bir anlatı metninin ampirik yazarıyla hiç ilgilenmediğini söylüyor Eco. Yazarın hayatını, tecrübelerini bilmenin onun anlatısına ne katkısı var? Bense okurun yazarı öyle ya da böyle tanımasının anlatıya katkı yerine zararı olduğunu düşünenlerdenim. Bir yazarın edebiyat dışı hayatı hakkında kimi detayları bildiğimizde oyunun kuralları bozulur. İster istemez anlatıyı değil yazarı okumaya meylederiz.

Eco, yazarı tanımanın metni doğru okumada hiçbir faydası olmadığını söylemekle birlikte, bir metni tekrar tekrar okumanın, hatta titizlikle incelemenin faydalarına değiniyor. Yakın okumayı uç noktalara vardırmanın büyüyü yok ettiğine ise kesinlikle inanmıyor.

Peki örnek yazar kim? Örnek yazar, metnin yazarı olmadığı gibi, anlatıcı rolündeki kişi de değil. Örnek yazar, eserin arkasında, ötesinde, bizimle bir biçimde konuşan, bizi yanında isteyen bir ses, örnek okur olmaya karar verdiğimizde duymaya başladığımız talimatlar bütünü.

Anlatı ormanında dolaşmanın tek bir yolu olmadığı gibi tek bir düzlemi de yok. En basitinden birinci düzlemdeki okur, öykünün nasıl sona ereceğini bilmek ister. Daha derin bir okuma şekli ise yazarın kendinden nasıl bir örnek okur olmasını beklediğini merak eden okurun yaptığıdır. Hikâyenin nasıl sona ereceğini anlamak için metni bir kez okumak yeter. Örnek yazarı tanımak için ise aynı metni defalarca okumak gerekir.

Ormanda Oyalanmak

Oyalanmaktan bahsederken tabii ki Proust örneğiyle girmiş konuya Umberto Eco. Oyalamanın çeşitli işlevlerini güzel örneklerle açıklamış.

Ormana gezmek için gidilir. Değil mi ama? Oyalanmaktan, ağaçlar arasında süzülerek ağaçsız alanlar üzerindeki ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, bitki ve çiçekleri incelemekten zevk almak gerekir. Oyalanmak vakit kaybetmek anlamına gelmez, çoğu zaman bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan. Hatta hiçbir amaç olmaksızın, kimi zaman doğru yolu kaybetmenin zevkini yaşamak için de dolaşmak mümkün.

Ortaya bir merak unsuru koyup sonra okuru başka mecralarda dolaştırmak ucuz bir hile olarak görülebilir. Ancak, suspense, sadece ucuz romanların ve ticari filmlerin tipik özelliği değil. Okur açısından, tahmin etkinliği okumanın onsuz olunmaz tutkulu bir yönünü oluşturur. Bu bakımdan oyalamacanın ne şekilde kullanıldığı önemli.

Oyalamanın işlevlerinden biri de hikâyenin etkisini artırmak olabilir. Bekleyiş yeterince uzun, spazm gerektiği ölçüde gerçekleştiğinde katarsis daha güçlü gerçekleşir. Örneğin Kasabanın Sırrı filminde, savaşta kolu sakatlanmış ılımlı karakter, uzun süre ırkçıların baskı ve işkencelerine maruz kaldıktan sonra seyircinin hiç de beklemediği bir anda karşısındakinin tahrikine karşılık verir ve sağlam koluyla bir yumruk atar. Bu öyle bir yumruktur ki, kötü adam barın ucuna sürüklenir ve kapıyı kırıp dışarı yuvarlanır. Seyirci o ana kadar öylesine oyalanmış ve aldatılmıştır ki, bu yumrukla heyecan birden zirveye taşınır. İzleyici o ana kadar oyalanmasa, olacakları sabırla beklemeseydi atılan yumruğun etkisi aynı ölçüde olabilir miydi?

Oyalamak ve oyalanmak, zaman unsurunu farklı şekillerde kullanmak, yazar ve okurun oynadığı oyunun en eğlenceli öğelerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Anlatı zamanı ve okuma zamanı bir olmadığı gibi, hikâyenin akış zamanı da kurguya göre ileri veya geri taşınabilir.

Kurmacanın Büyüsü

Kitabın tamamı, kurmacanın asıl büyüsünün hikâyeyle duygusal değil akılcı bir bağ kurmakla ilgili olduğunu düşündürdü bana. Sanki anlatı bir yerde yazarın da okurun da ötesinde, ne birinin ne de diğerinin kontrol edebildiği bir varlığa dönüşüyor. Örnek okur gibi örnek yazar da aslında bu varlığı keşfetmeye çalışıyor.

Eco’nun dediği gibi:

Anlatısal bir evrende, o evrenin bir anlam oluşturduğunu, onun kökeni olarak ve okuma yönergelerinin bütünü olarak onun arkasında yetki sahibi bir varlık olduğunu kesin olarak biliriz. Dolayısıyla örnek yazar araştırmamız, bir başka imgenin araştırılmasının Ersatz’ıdır (ikame), sonsuzun sisi içinde kaybolan bir Baba İmgesi’nin; o yüzden bıkmamacasına kendimize neden Hiçlik değil de Varlık olduğu sorusunu soruyoruz.