Kör Kuyuları İnatla Kazmaya Devam Edenlerin Hikayesi: AHLAT AĞACI

      Ahlat ağacını çoğumuz filmin adıyla öğrendik. Şekilsiz bir ağaç olduğu doğru, ancak neden uyumsuz dendiğini ilk başta çözemedim. Kuraklığa ve susuzluğa çok dayanıklıymış. Meyvesi yaban armudu, tatlı, ancak zor çiğnenir, yutulur cinstenmiş. Ağacı tanıtan sıfatlar bize filmi de tanıtıyor, filmin ana karakterlerini de, hatta filmin geçtiği coğrafyayı da. Ağacın film ile öyle güçlü bir sembolik bağı var ki, belki de bu yüzden akışta kendisine çok fazla yer verilmemiş. Sadece son sahnede İdris onun uyumsuz, yalnız, şekilsiz bir ağaç olduğunu söylüyor. Bir ağaç nasıl uyumsuz olabilir? Anlıyoruz ki İdris kendini çoktan ağaçla özdeşleştirmiş.

   

     İçinde yaşamayı seçmediği, beğenmediği, hatta nefret ettiği, kendisine gelecek sunmayan, umarsız, çıkışsız bir coğrafyada yaşamaya mahkûm bir gencin hikayesi anlatılıyor filmde. Ahlat ağacına uygun bir coğrafya burası. Belki de bu yüzden meyveleri gibi insanları da kolay yenilir yutulur cinsten değil. Bugünün Türkiye’sini konuşuyoruz aslında. Diplomalı genç işsizlerin vatanı. Hepimiz aynı hikâyenin oyuncularıyız. Nuri Bilge Ceylan da -özellikle gençliğinde- benzer sıkıntılar yaşamış; senaryonun yazarlarından Akın Aksu, sayısını bilmediğim diplomalı işsiz genç, atanamayan öğretmenler, kitabını bastıramayan yazarlar, sanatını icra edemeyen sanatçılar, sosyal haklardan mahkûm bırakılan kadınlar, kendini gerçekleştirme imkânı bulamayan herkes, hepimiz bu coğrafyanın kuraklık şartlarına maruz kalıyoruz bir şekilde.

     Okulunu bitirip doğup büyüdüğü topraklara dönen Sinan’ın öğretmen olup olamayacağı belli olmadığı gibi, bunu isteyip istemediği de meçhul. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sıkça rastladığımız üzere kayıtsız ve bezgin bir karakter Sinan. Tam da bu yüzden, kitabını bastırabilmek için neler yaptığını gördüğümüzde onun asıl arzusunun yazarlık olduğunu anlıyoruz. Ne var ki, aşkın, sanatın, düşüncenin yeşermesine imkân vermeyen bir coğrafyada yaşıyor Sinan. Bu yüzden de görüşlerine değer vermediği, kendilerine saygı duymadığı adamlarla muhatap olup onlara kitabının bir değeri olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bir yandan öfkesini zorlukla bastırmaya çabalarken lafı gediğine oturtmakla alttan alıp karşısındakine hoş görünmek arasında gidip geliyor. Tüm özverilerine rağmen bu genç yazarın kitabını yayımlatması imkânsız gibidir. Belli ki bunun için bir bedel ödenmesi gerekecektir.

     Bu aşamada Sinan trajik bir seçim yapmak zorunda kalır. Genç sanatçının yazarlık arzusuna kavuşabilmek için babasına ihanet etmekten başka çaresi kalmaz. Babanın ganyan tutkusu uğruna kendisini bitirip tüketmiş olması bir yana ailesini de felakete sürüklemiş olması, Sinan’ın ihanet kararı almasını kolaylaştırır ve bir ölçüde trajedinin boyutunu hafifletir. Babasından canı fena halde yanan Sinan onun en fazla canını yakacak hamleyi yapar.

     Ancak, iş, kitabı yayımlatmakla bitmez. İlgi çekmeyen kitabı kimse okumak istemez. Kitabın basılı halini gördüğünde oğluyla gurur duyan, ilk defa dokunaklı konuşmalar yapan annesi bile biricik oğlunun kitabını okumazken, kitapçının satılamayan tek kopyayı depoya kaldırmasını anlayışla karşılamak gerekir. Doğal olarak Sinan merak eder. Daha başka ne yapması lazımdır yazdıklarıyla, düşündükleriyle dikkat çekebilmek için. Kitapçıda sıkıştırdığı taşra yazarından öğrenmeye çalışır bunun formülünü. Hayatla yapamadığı hesaplaşmayı adamcağızla yapmaya kalkar. Yazarlığını beğenmediği, işlerini takdir etmediği adamın yerinde olmaya can atıyordur aslında. Çünkü yazdıkları okunsun, görüşleri dinlensin, tartışılsın istemektedir.

     Benzer bir durum da eski okul arkadaşı Hatice ile yaşanır. İnsanları sevememekten mustarip Sinan’ın Hatice’yi sevmesi zor. Ancak her sağlıklı genç erkeğin yapmak isteyeceğini -genç ve güzel bir kadınla birlikte olmayı- o da ister elbette. Hatice, başlangıçta Sinan ile hafif flört peşinde gibidir. Ama Sinan’ın bölge insanına dair görüşlerini -bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen hoşgörüsüz insanlar- öğrendiğinde bir anda tavrı değişir. Hatice de her kadın gibi beğenilmek ister. Sadece dış görünüşüyle değil hayalleriyle düşünceleriyle bir bütün olarak. Sinan’ın aslında kendisini beğenmediğini fark ettiği anda da intikam almaktan geri kalmaz. O kısacık sahnede Hatice’nin karakterini – kurnaz, cesur, maddiyatçı, fırsatçı, acımasız- o kadar iyi tanıyoruz ki, ne kadar muhteşem bir sahne olsa da filmde Sinan Hatice macerasının devamına ihtiyaç hissetmiyoruz.

     Ahlat Ağacı, sinema sanatı için ulaşılması çok zor, ancak çok iyi romanlarda örneğini görebileceğimiz seviyede karakter tahlilleri ile Nuri Bilge Ceylan sineması içinde dahi farklı bir yerde duruyor. Paradoksal bir şekilde hem sevgi hem de nefretten beslenen kaotik ilişki biçimleri Nuri Bilge Ceylan sinemasının huzursuz karakterlerinin ortak özelliğidir. Karakterlere derinlik kazandıran, onları anlamamızı zorlaştıran, ama aynı zamanda çok sahici kılan bu karmaşa, birbirinden uzak insanları ayrıştırılması imkânsız düğümlerle sımsıkı bağlayan karışmış bir yün yumağı gibidir. Ancak karakterleri her yönüyle ve en fazla derinliğiyle ele alan Rus Edebiyatı’nda örneklerini bulabildiğimiz zevki bize sinemada da tattırır.

     Filmde bu derinliği en fazla baba oğul ilişkisinde görüyoruz. Babasını hem seven hem de ondan nefret eden oğul, kendine büyük şehirde yazarlık kariyeri çizmek istiyor ama bir taşra öğretmeni olan babasının kaderi, onu uzaklaşmaya çabaladıkça daha fazla kendine çekiyor. Her zaman güler yüzlü ve sakin, çiçeklerden kelebeklerden konuşmayı, olgun laflar etmeyi seven bir şairdir İdris. Kasabada herkese borç takan, ganyan tutkusuyla hem etrafın hem de ailesinin saygısını yitirmiş adam bu adam olamaz dedirtir izleyiciye. Gençliğinde idealist bir öğretmenken hem entelektüel hem de sanatsal kapasitesi olan, toplumun saygısını kazanmış pırıl pırıl bir adammış İdris. Bunu annenin anlattıklarından biliyoruz, ancak gelinen noktada oğlunun parasını çalabileceğinden bile kuşku duyduğumuz kifayetsiz, düşkün bir adam var karşımızda. Böylesine tezatları içinde barındırma konusu, başka Nuri Bilge Ceylan filmlerinde de karşımıza çıkar. Kış uykusunda örneğin. Tanıdıkça sevmeye başladığınız karakter öyle şeyler yapar ki bir anda ondan nefret edersiniz. Sürekli onları sevmek ile nefret etmek arasında gider gelirsiniz. Tıpkı filmdeki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinde olduğu gibi.

     Oğulun türlü güçlüklerden geçmesine rağmen hiçbir aşama kaydedemediği yazarlık kariyeri, babanın yıllarca kazmaya devam ettiği kuyudan su çıkaramamasına benzer. Her ikisi de toplumun olmaz dediği, beyhude çaba olarak gördüğü işlere takıntılı bir şekilde emek vermeye devam etmektedir. Belki de bu coğrafyanın insanının olmayacak işleri oldurmaya çalışmaktan, kör kuyuları inatla kazmaya devam etmekten başka çaresi yoktur. Toplumun geneli o işten bir şey çıkmaz anlayışında, kendine rahat bir köşe bulma hevesindeyken, umarsız işlere ısrarla emek vermeye devam edenlere büyük saygı duymak gerekir belki de. Zengin koca ile evlenip evde oturmak isteyen Hatice’nin, imamlığın tüm nimetlerinden rahatlıkla faydalanıp başkasının ağacından elma koparmakta, yaşlı insanların altınını ödünç alıp iade etmemekte hiçbir yanlış görmeyen cami hocalarının, çıkarı için belediyenin bastığı tanıtım kitaplarına para ayırıp da Sinan’ın kitabına destek olmayan, acınası raflarında birkaç kitap var diye entelektüel havalarına giren kumcunun yaptığını yapmak en akıllıcası, en kolayı, en avantajlısı. Bu yaşına gelmişken neden hala çocuk (başkasının çocuğu!) bakmak zorunda kaldığından şikâyet eden, oğlanın kitabının basıldığını öğrendiğinde bir an coşup sevinen, sonrasında kitabı okumaya gerek dahi görmeyen, gençliğinde belki de şair olduğu için duygusal sebeplerle İdris’i kendisine uygun eş olarak seçip sonrasında bu şanssız evlilikten kendine çıkış yolu bulamayan anne ise fırsatçılar arasında sayılmasa bile bezgin ve kendini koyuvermişler arasına kolaylıkla girecektir. Filmdeki bu tiplerin her biri bugünün Türkiye’sinden çeşitli simaları getiriyor gözümüzün önüne. Gençliğinde idealist bir öğretmenken sonrasında düşkün bir adama dönüşen İdris de belki cumhuriyetimizin nereden nereye geldiğinin çok iyi bir alegorisi.

Üzerine sayfalarca yazı yazılacak, sabahlara kadar konuşulacak bir film Ahlat Ağacı. Tüm iyi filmlerde olduğu gibi tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran, üzerine düşündükçe farklı yönlerini görebildiğimiz bir film. Sanatını zamanla iyice olgunlaştırmış olan yönetmenine adeta meydan okuyor. Daha iyisini yapmak mümkün mü? Oldukça zor.

Leave a comment