Nabokov’un Gözünden Mansfield Park

Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Bu yazıda, Nabokov’un Mansfield Park incelemesini ele aldım.

1957 EDEBIYATDERSLERI.indd

Kitapta, bahsi geçen romanlar en ince detayına kadar Nabokov ile birlikte okunuyor ve inceleniyor. İlk aldığımız ders, detayları sevmenin önemi üzerine. Eserin sanat değerinin detaylarda gizli olduğunu, bu değerin tadına varabilmek için romana bir iz sürücü gibi yaklaşmak gerektiğini, ipuçlarını koklamanın, roman boyunca izini sürmenin, detaylar üzerinde düşünmenin önemini anlıyoruz. İkinci kritik ders ise, genel geçer yorumlara, basma kalıp görüşlere prim vermeyip kendi öznel değerlendirmemizi yapmamızla ilgili. Özellikle klasik eserler yıllardır okunup değerlendirildiği, bazıları defalarca filme aktarıldığı için, romanla ilgili, hatta başlıca karakterler hakkında ister istemez toplumsal bir görüş oluşuyor. Bazen farkında dahi olmadan bu görüş bilincimize sızabiliyor, kendi görüşümüzmüş gibi içimize yerleşebiliyor. Bu durumda, romanı ezberden okuyup ezberlenmiş değerlendirmeleri yapma riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Oysa Nabokov, “bir sanat eserinin her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız” anlayışında. Bu dünyayı olabildiğince yakından incelemeli, bu dünyaya tamamen yeni bir şeymiş gibi yaklaşmalıyız.

Nabokov’un Mansfield Park okumasına baktığımızda, romanı “kılcal damarlarına” kadar incelediğini, tüm tarihleri not alarak olayların akışıyla eşleştirdiğini, mekanları tasavvur ettiğini, belli başlı sahnelerin geçtiği yerlerin haritasını çıkardığını görüyoruz. Nabokov, bu çalışmayı titizlikle yürüttükten sonra romanı yorumlamaya başlayarak, iyi okur olmayı hedefleyenlere önemli bir ders vermiş oluyor.

mansfield park resim.jpg

Sözkonusu eser Jane Austen’ın Mansfield Park’ı olduğunda, biraz da “antikacı” özeni ve hassasiyeti devreye giriyor. Nabokov’u, Mansfield Park okuması yaparken elinde bir büyüteçle hayal etmek mümkün. İncecik kanatlı hassas kelebekleri incelerken gösterdiği özeni, Mansfield Park’ı okurken de göstermiş olmalı. Üstelik Jane Austen’ın üslubu, Nabokov’un özellikle kendini yakın hissettiği bir üslup değil. Bunun böyle olduğunu yorumlarındaki birtakım ifadelerden anlayabiliyoruz. “Onun nazik desenleriyle, pamuk içinde yatan yumurta kabukları koleksiyonuyla belli ölçüde eğlendik. Ama bu eğlence zorlamaydı. Belli bir ruh haline girmemiz, belli bir şekilde odaklanmamız gerekti. Şahsen, porselenden ve küçük sanatlardan hoşlanmıyorum ama bazen kendimi, yarı şeffaf değerli bir Çin porseleni parçasına bir uzmanın gözleriyle bakmaya zorluyorum.” 

Bu durum, Nabokov’un Mansfield Park’ı okurken verdiği emeğin değerini daha da ortaya çıkarıyor. Okur açısından üçüncü önemli derstir bu. Bir yazarın üslubunu sevmemeniz, yaklaşımını kendinize yakın hissetmemeniz o eserin değerini düşürmez. İyi bir okur, her durumda iyi bir eserin hakkını verecek bir okuma yapabilmelidir. Nabokov’un, Jane Austen’ın kompozisyonunu biraz “örümceksi” bir tavırla ortaya koyduğunu düşünüyor olması, onun sanatçı dehasını görmesine engel değil. Kısacası, iyi bir sanat eserinden zevk alabilmek için ön yargılarımızı ve hayat görüşümüzü bir kenara koymayı bilmeliyiz. Aksi taktirde, kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz, bu da bizi dar görüşlü yapar veya gerçekte dar görüşlü olduğumuzu ortaya koyar.

Mansfield Park incelemesine gelecek olursak, Nabokov romanın tam bir peri masalı olduğunu söylüyor. Ama zaten ona göre tüm romanlar bir anlamda peri masalıdır. Bununla birlikte Nabokov, Austen’ın tavır ve malzemesini eski moda, yapmacık ve gerçekdışı görmenin kötü okurun düşeceği bir yanılgı olduğu görüşünde. İyi bir okur, kitaplardan bahsedildiğinde, gerçek yaşam, gerçek insanlar gibi unsurların anlamsız bir yaklaşım olduğunun farkında olmalı.

İyi romanlardaki ilk cümle (iyi filmlerdeki ilk sahne gibi), etkin okur için çok önemlidir. Bu ilk cümleden, romanın neyi mesele ettiğini, hangi konuyu deşmek istediğini, yazarın üslup ve yaklaşımını görmek mümkündür. Mansfield Park’ın ilk cümlesine bakalım: “Otuz yıl kadar önce Huntington’lu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu halde, başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikânesinin sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine âşık etti ve böylece bir ‘baronet karısı’ konumuna yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

Bu ilk cümleden romanın sınıf mücadelelerini, evlilik meselelerini ele alacağını, aşk ilişkilerinin romanın merkezinde olacağını söylemek mümkün. Ayrıca, yazarın bu konulara ironik bir üslupla yaklaştığını, toplumla hafiften dalga geçerek okuru eğlendireceğini de ilk cümleden hareketle sezebiliriz.

Nabokov, tüm roman incelemelerinde yaptığı gibi, yine tarihleri not alarak başlıyor işe. Mansfield Park’daki balonun 22 Aralık Perşembe günü düzenleniyor olmasından hareketle,  romanın örgüsünde zirve diyebileceğimiz olayın 1808 yılında gerçekleşmiş olabileceğini, eğer böyleyse, o tarihte Fanny Price’ın on sekiz yaşında olması gerektiğini, çünkü kızın malikaneye 1800 yılında on yaşındayken gelmiş olduğunu tespit ediyor. Bu tarihleri tam olarak belirlemenin romanın sanatsal değeri açısından ne önemi var bilmiyorum. Belki bu roman için çok da önemli değil, ama önemli olabileceği durumlar da olabilirdi. Nabokov, hep aynı sistematik yaklaşımla ilerlediği için, ilk başta kronolojiyi çıkarıp bakıyor. İkinci olarak baktığı ise, mekân isimleri. İngiltere’nin göbeğinde Northampton diye bir yer var, ancak Mansfield Park diye bir yer yok. Bu meseleleri hallettikten sonra romanın yaklaşımını, neyi nasıl anlattığını incelemeye geçiyoruz. Nabokov’un deyimiyle, “bir nevi makine aksamını çözme işi” yapacağız.

Jane Austen, dört tane karakterleştirme yöntemi kullanmış. İlk yöntem, Austen’in alaycı zekâsını, cevherini bolca ortaya koyan doğrudan tasvir: “Kendisinin ve oğlunun kaygılarından başka hiçbir şeyin sonucunu düşünmeyen, iyi niyetli, medeni, sıkıcı ve kendini beğenmiş bir kadın olan Mrs. Rushworth de, Leydi Bertram’a, ille Sotherton’a gelsin diye ısrar etmekten henüz vazgeçmemişti. Leydi Bertram onun çağrısını her seferinde geri çeviriyordu, ancak davranışı öyle yumuşaktı ki Mrs. Rushworth aslında onun gelmek istediğini sanıyordu.”

İkinci yöntem, doğrudan alıntılanan konuşma. Yalnızca konuşanın ifade ettiği fikirler değil, aynı zamanda konuşma biçimi, hal ve tavırları ile konuşan karakteri okuyup canlandırmak okura düşüyor. Okur eldeki malzemeyi toplayıp kendi zihninde karakteri canlandırıyor. Bazen karakterin ne söylediğinin çok da önemi yoktur. Ancak neyi nasıl söylediği, seçtiği kelimeler, cümle kuruş şekli bize karakterle ilgili pek çok ipucu verir.

Üçüncü yöntem, aktarılan konuşma üzerinedir. Konuşma, karakterin davranış tarzını alıntılıyor veya bir tasvirini ima ediyor. Mrs. Norris’in, “Hiç kimse bolluğu, misafir ağırlamayı benim kadar sevmesin, eli sıkılıktan benim kadar iğrenmesin!” cümlesinden kadının eli sıkı olduğunu, maddi konulara verdiği önemi çıkardığımız gibi, hafif dobra ve yüksek sesle konuşan gürültücü bir kadın olduğunu da anlıyoruz.

Dördüncü yöntem ise karakterden bahsederken onu taklit etmek. Genelde bir karakter diğerine bir başkasını anlatırken bunu yapıyor. Böylelikle karakterlerin birbirleri hakkında ne düşündüğünü de anlamış oluyoruz.

Austen, karakterleri öyle sağlam kurmuş ki, onlar yaşamaya başladıklarında olayların akışına da neredeyse kendiliğinden yön verilmiş oluyor. Örneğin, Mrs. Norris’in karakteri, yardımsever görünmeye çalışan, ancak bunu yaparken cebinden tek bir kuruş çıkmayacağına emin olmak isteyen bir yapıda olduğundan, Fanny Price’ın evlat edinilmesi fikrini ortaya atan ve sonuna kadar destekleyen kişi de kendisi oluyor. Ancak Fanny’nin kendi yanında kalmasını hiçbir zaman istemeyeceğinden de onu kız kardeşinin evine, Mansfield Park’a yerleştirmek de kendisine düşüyor. Böylelikle karakterleştirme yapıya dönüşüyor; romanın yapısı doğallıkla ortaya çıkıyor.

İlk bölüm bittiğinde, ana karakterleri az çok tanımış ve romanın yapısı hakkında fikir sahibi olmuş durumdayız. İlerleyen bölümlerde Austen, çok sayıda karakteri belirli bir mekân içinde dolaştırıp konuşturarak kişilik çatışmalarını ortaya koyuyor ki bu çatışmalar olayların gelişimini de beraberinde getirerek kurguyu doğal bir akışa kavuşturuyor.

Romanın akışında belirli temalar etrafında sahneler kuruluyor ve karmaşık ilişkiler ortaya dökülüyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fanny Price sanki yazarın romandaki temsilcisi gibi; olayları çoğunlukla onun bakış açısından izliyoruz, bir taraftan da olayların onu nasıl etkilediğini, olgunlaştırdığını görüyoruz. Önce at teması etrafında, Edmund’un Fanny’nin atını Mary Crawford’un kullanımına vermesiyle ilk üçlü kurulmuş oluyor. Romanın devamında da iki kadının bir erkeği paylaşamaması veya iki erkeğin aynı kadını paylaşamaması tarzında üçlü ilişkiler bol bol karşımıza çıkıyor.

Romanın önemli temalarından birine sahne olan Sotherton’da üçlülerin kendi aralarındaki çekişmeleri zirveye ulaşıyor. Sotherton kaçamağında, Edmund, Mary Crawford ve Fanny; Henry Crawford, Maria Bertram ve Rushworth; Hery Crawford, Julia Bertram ve Maria Bertram adeta köşe kapmaca oynuyorlar. Özellikle bu bölümde roman bir tiyatro oyunu gibi ilerliyor.

Bir diğer önemli tema olan tiyatro hazırlıklarında ise artık köşe kapmaca ve kıskançlıklar hat safhadadır. Aşıkların Yemini oyunu Nabokov’a göre aptalcadır, ancak Austen bu oyunu karakterlerine rahatça dağıtabileceği için seçmiştir. Bu oyundaki kadın karakterler asil bir İngiliz genç kızı için uygun değildir. Ancak bunun böyle olduğunu düşünen sadece Fanny ve papaz adayı Edmund’dur. Yazarın da aynı görüşte olduğunu düşünmek zor değil. Ancak bu sahnede artık işler kontrolden çıkmış, herkes kendi sınırlarını aşmıştır. Öyle ki, Julia’nın oyunda rol almaktan vazgeçmesine, Edmund’un kendisiyle ilgili tüm sınırları zorlayarak oyunda rol almayı kabul etmesine ve Mrs. Norris’in çocukların Sir Thomas’ın itiraz edeceği tüm isteklerini yerine getirmesine şahit oluruz. Ortalığı toparlamak, tekrar dirlik ve düzene kavuşturmak içinse Sir Thomas’ın işlerini denetlemek üzere gittiği Antigua seyahatinden dönmesi gerekecektir.

Sir Thomas’ın dönüşü, nihayet Fanny’nin yıldızının parlamaya başladığı dönemin başlangıcına işaret eder. Diğer çocuklarının kontrolden çıktığını, Fanny’nin ise hep akıllı ve sağduyulu davrandığını gören Sir Thomas, Fanny’yi kayırmaya başlar. Genç kızın, on sekiz yaşını doldurmasıyla olgunlaşıp güzelleştiğini ve Henry Crawford’u kendine âşık ettiğini görürüz. Artık kimin kime âşık olduğu, kimin kiminle evleneceği yarışında oyuncular kulvar değiştirmiştir.

Kurgunun tutarlılığı bakımından Fanny’nin Edmund gibi donuk birine âşık olmasının garipliği bir yana, Edmund’un hiçbir durumda Fanny’ye ilgi duymadığına, hep onu kız kardeşi gibi gördüğüne de şahit oluruz. Nabokov’un öğrencilerinin de bu tespiti yapmış olmaları mümkün, ancak hocaları onları, bu şekilde kitap okumanın çok kötü bir yaklaşım olduğu konusunda, karakterlerle çocukça kaynaşmanın yanlışlığını söyleyerek uyarmış olmalı. Bu gibi dokunaklı detaylar onu ilgilendirmiyor. Nabokov, bunca zaman başarısını ispatlamış, dillerden ve ellerden düşmemiş bu klasiğin işleyiş mekanizmalarını çözmek peşinde.

Teknik olarak, sonuna doğru olay akışının mektuplaşmalarla ilerlemesinin romanı biraz hantallaştırdığı söylenebilir. Ancak, bu bölümde gelişen olayları da romanın başındaki gibi detaylı sahnelerle ortaya koysaydı, Austen’ın romanı bir türlü bitiremeyeceği, konuyu toparlayamayacağı belli. Bununla birlikte, sahneleyerek anlatmak ile özetleyerek anlatmak arasındaki farkı da bu bölümde daha net görüyoruz. Özetlenerek anlatılan olayların içine girmek mümkün değil. Kurgunun inandırıcılığı da ister istemez azalıyor. Öte yandan, sona yaklaştığımızda Fanny bize bir sürpriz yapıyor ve artık sabrının sınırlarını zorlayan Edmund’a karşı düşüncelerini bilinç akışı yöntemiyle ortaya koyuyor. Bu yöntem Austen’dan 150 yıl sonra James Joyce tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktır.

Nabokov’a göre üslup bir araç değildir, bir yöntem değildir, yalnızca kelimelerin seçilmesi değildir. Bütün bunlardan daha fazlası olan üslup, yazarın kişiliğinin içkin bir bileşeni ya da karakteristiğidir. Jane Austen etkileyici bir üsluba sahip bir yazardır ve edebiyat kariyeri boyunca üslubunu giderek daha etkileyici hale getirmeyi başarmıştır. Daha nice 100 yıl yaşaması dileğiyle…

Leave a comment