Arayışın hazzı ve tedirginliği

IMG_2486

YALNIZLAR İÇİN ÇOK ÖZEL BİR HİZMET

Murat Gülsoy

Parçalı ve çok katmanlı bir metin Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet. Romanı bitirdiğimde, yere düşüp kırılmış bir aynaya bakıyor gibiyim, her bir parçada ortaya çıkan görüntünün bir diğerindekinin devamı olduğu bir ayna. Ana bölümdeki hikâye de diğer metinler de farklı okumalara izin verecek yapıda. Ancak ben bu dar alanda, tek bir ana izlek üzerinden gideceğim.

Öncelikle orta bölümdeki hikâyeyi psikanalitik bir yorumla -İskender Savaşır’ın psikinaliz seminerlerinin kaçınılmaz etkisiyle- okumaya çalışacağım. Sonra diğer parçaları incelemeyi deneyeceğim.

Janus’un Yalnızlar İçin Özel Hizmeti

Daha hikâyenin başında sıra dışı ismi dikkatimizi çekiyor başkarakterin. Mirat’ın ayna anlamına geldiğini karakterin kendi açıklıyor bize, zira bilinen yaygın bir isim ya da kelime değil bu. Yazarın Karanlığın Aynasında romanını hatırlıyoruz hemen.

İlk başta tanıdığımız Mirat, yalnızlığı, mutsuzluğu hat safhada yaşayan, kaybettiği annesini arayan küçük oğlan. Bu kadar masum ve basit mi? Tabii ki değil. Onu hafife alacak okurlar fena halde ters köşe olabilir. Benden söylemesi.

Bize tanıtılan Mirat, hem toplumsal hem mesleki anlamda kendini tecrit etmiş, yenilenmeye direnmiş bir adam. Yıllardır öğrencilerine hep aynı dersi anlatmış, aynı yerde yemek yemiş, aynı insanlarla sınırlı sosyal ortamlarda bulunmuş. Her ortamda kendini izole etmeyi başarmış, anlamlı sosyal ilişkilerin sorumluluğundan uzak durmuş, evlenmemiş, çocuk sahibi olmamış, bildiğimiz kadarıyla uzun süreli ciddi bir ilişki yaşamamış. Ceketini değiştirme konusunda gösterdiği direnç, değişime inatla karşı duruşunu çok iyi gösteriyor.

Ancak, Mirat’ı yalnız, çaresiz, değişimi reddettiği için yok olmaya mahkûm biri olarak tanırsanız yanılırsınız. O her an herkesi yanıltacak bir manevra planlıyor olabilir. Bu planları satır aralarında aramayın. Hikâye boyunca o yine başta okuru aldatan maskeyi takmaya devam edeceğinden sonradan yapacaklarını tahmin etmeniz zor. Ancak olan olup bittikten sonra onun neden böyle davrandığını anlayabilirsiniz. Mirat’ın dışarıdan hiç de anlaşılamayacak kadar karmaşık biri olduğunu olaylar geliştikçe daha iyi görüyoruz.

Mirat, otoriteye başkaldırmayı beceremeyen, bu yüzden de hep kendi kendiyle didişen,  yenildiğini kabul etmeyen, aslında ben haklıydım demeyi sürdüren biri. Hatta “Yenilmedim, asıl yenen bendim,” deme iddiasında. Babasına, “Evet, anne seni arzuladı, ama asıl istediği, asıl sevdiği hep bendim,” diyor bir şekilde.

Böyle baktığımızda, kahramanımızın, Mehmet Tonguç’un kırıştırdığı söylenen hocayla birlikte olması da hafife alınacak bir olay değil. Tonguç sarhoş olup kendini -dolayısıyla iktidarını- kaybederken Tülin ile sevişen Mirat oldu. O hor görülüp toplum dışına itilmiş adam, bir anda otorite figürü Mehmet Tonguç’u alt etti. Peki, bu nasıl oldu? Yalnız, zavallı, masum oğlan çocuğu bunu nasıl başardı? Bunu için hikâyenin başına gitmemiz gerek.

Mirat’ın Esra’yı içine alması, çok uzun zaman değişime kapalı kalmakta direnmiş birinin, artık tam da dibe vurup çaresizliğin son kertesinde çok büyük bir dönüşümü kabul etmesiyle mümkün oluyor. Uzun süredir biriken suyun bir noktada tüm gücüyle baraj duvarlarını yıkması gibi. Dönüp çöpteki ceketini aramak, yeni ceketinde kendini rahatsız hissetmek. Evet, ama olacak o kadar. Mirat’ın yaşadığı dönüşümün büyüklüğü düşünüldüğünde hafif yan etkiler olmadan öteye gidemiyor geriye dönüş arzusu.

İlk başlarda keyfi çok yerinde Mirat’ın. Masalsı bir güzellik yaşıyor Esra ile. Devasa renkli bir kürenin içine çekiliyordu, kokularla, tatlarla, dokunuşlarla, seslerle dolu bir dünyaya. Bana tam da ana rahmini çağrıştırdı; rahim kadar rahmetli, kayıp cennetin haz dünyası. Bedeninin her yeri, her köşesi uyarılıyordu. Duyularının coşması, birlikte gidilen yemekte her şeyden bol bol yenmesi (oral tatmin), çok yoğun dürtü bombardımanı altında sürekli haz denizinde yüzen bir beden. Birtakım uyarıcı, uyuşturucu maddelerin yaşattığına benzer bir deneyim olmalı. Duyularıyla birlikte hayal gücü de müthiş bir şekilde tetikleniyor. Mirat bambaşka âlemlerde yaşıyor artık, bu dünyadan kopmuş. Beni besliyor, beni esir alıyor, bana ruhunu üflüyor. Besleyen olsa olsa annedir, esir alan otorite figürü olsa gerek, ruhunu üfleyen ise Tanrı. Ana tanrıçadan bahsediyoruz, kayıp cennetin mimarı. Koruyup kollayan gözeten. Mehmet Tonguç çöplüğe fırlatılıp atılmış eski ceketini bir maşayla tutmuş ona doğru sallarken gelip o ele bir tekme atan Esra’dır. Tuncay’a karşı da Esra koruyor Mirat’ı.

Ana tanrıçayla sevişmek az iş değil tabii. Sonrasında nasıl normal bir ölümlü gibi yaşayabilir ki insan. Hep o hazzı istemez mi? Yokluğuna tahammül imkânsız olmalı. Deliliğe veya ölüme götürecek kadar riskli bir yolda olduğunu gördükten sonra bile Esra’dan ayrı kalamaması bu yüzden. Çünkü Esra en basit görünüşüyle annedir, üstelik hayallerdeki anne, ideal anne, ideal kadın. Esra Mirat’ın yüzünde gezdirdi parmaklarını. Şefkatli bir hareket. Bir anne gibi. Annesinin yüzü geldi gözünün önüne. Aslında bunun da ötesinde ana tanrıçadır Esra. Mirat’ın hiçbir zaman gerçek anlamda sevişemeyeceği kadın, zaten o yüzden o kadar mükemmel ve vazgeçilmez.

Mirat Esra mutluluğu bir noktada bozulmak zorunda. Çünkü çocuk anneye yetmiyor, onu tatmin edemiyor. Anne, babayı arzuluyor, onunla birlikte olmak istiyor. Bu aşamada, Esra Mirat’ı, Tuncay’ı bulmaya ve onu da aralarına almaya zorluyor. Mirat öyle bir bağımlılık yaşıyor ki Esra’nın sevgisinden mahrum kalmaya tahammül edemez artık. Üstelik tutunabileceği tek dal, (bir ölçüde annesinin yerine geçen) kız kardeşi de başkasıyla evlenmeye karar verince Mirat için tekrar Esra’nın kucağına düşmek ve mecburen Tuncay’ı da içine almak dışında bir yol kalmıyor.

Tuncay devreye girdiği andan itibaren tüm kontrolü ele alıyor. Mirat var olabilmek için babasını (Tuncay’ı) öldürüp onun yerine geçmeli. İnsanlık tarihinin başından beri hikâyenin böyle yazıldığını Oedipus’tan biliyoruz. Ama Mirat önce öldüreceği babaya benzer, hatta o olur, onun gibi davranmaya başlar. Mirat Tülin ile sevişirken Tuncay’ın libidosu devrededir.

Tülin ile ilişkisinde, Mirat Esra ilişkisindeki anne oğul tadı yok. Biraz o tadı alabilseydi, belki onunla oyalanıp normal biri olabilirdi Mirat. Ama bunu yapamaz. Tülin’le sevişme tamamlandığında Mirat onu Mehmet Tonguç’un elinden almıştır. Bunu ancak Tuncay’ın yardımıyla başarmış olsa da, hileyle de olsa zafer kazanılmıştır, düşman toprağı fethedilmiştir. Artık Tülin’in Mirat için ilginç olabilecek bir yönü kalmamıştır. O hep Esra’ya dönmek isteyecek, ona hiçbir zaman sahip olamayacağını kabul etmeyecektir.

Büyüyü ne bozdu? Esra anımsandığına geri geliyor. Ama artık eskisi gibi değil. Mirat hikâyenin yalan olduğunu kabul etti mi? Siyah sayfanın anlamı bu mu?

Zaman akıyor. Akıyor zaman.

Duruyor zaman. Zaman duruyor.

Yok zaman.

Siyah.

Mirat ölmedi. Zihnindeki Esra da ölmedi. Yine de sihir bozuldu artık. Esra’nın ana tanrıça olamayacağı anlaşıldı. Mirat, artık beni unutmalısın. Çünkü kafanın içinde ölü bir kadınla yaşayamazsın.

Ama siyah madde hep orada. Ondan her an yeni Esra’lar doğabilir. Mirat’ın muhayyilesinin tetiklenmesine bakar. Belki Esra’dan bile daha muhteşem bir ana tanrıça çıkabilir o maddeden.

Önsöz Sonsöz ve Ekler

Orta bölümdeki hikâyeyi böyle okuduktan sonra tekrar romanın başına ve sonuna bakıyorum. Borges’i, Tanpınar’ı ve Nerval’i düşünüyorum. Her bir yazarın dünyası öyle büyük derya deniz ki nasıl bir araya gelebilirler? Ama geliyorlar işte. Romanın kurgusal yazarının zihninde hepsine çok geniş yer açıldığı çok belli.

Önsöz’deki Borges’e mektup babaya mektup gibi. Nerval’in yediler betimlemesinde ifadesini bulan bağlı olduğuna inanabileceği bir köken, bir soyağacı arayışını düşündürüyor. Kendi kökünün bağlı olduğunu düşündüğü kimselerin (baba figürüne karşılık gelen yazarların) onayı aranıyor gibi.

Nerval’in, Faust’un bir bölümünü çevirdiği aklıma geliyor. Marcel Proust’un Nerval’in çocukluk anılarını ve geçmiş arayışını dile getiren Sylvie’sinden çok etkilendiği okumuştum bir yerde. Tanpınar’ın Proust’a, “Derin tahlil Proust ile başlar,” diyecek kadar değer verdiğini bir zaman not almıştım. Diğer taraftan Borges’in ateşli bir hastalıktan sonra o lezzetine doyulmaz kısa öykülerini yazmaya başlaması ile Nerval’in sinir krizleri geçirmeye başladıktan sonra ortaya koyduğu eserlerle edebi yeteneğini zirveye taşıması ilginç. Ayrıca Borges de Nerval gibi Doppelganger’ının peşinden gidiyor yazdıklarında. Tüm bunları hatırlayınca bu yazarların aynı edebiyat tarikatını takip ettiklerini, ürettikleri eserler vasıtasıyla birbirine el vermiş müritler gibi olduklarını, gerçek hayatta bir araya gelmeseler bile düş dünyasında her daim birlikte olduklarını düşünüyorum.

Platon’un mağarasından çıkmak ancak muhayyile gücüyle olur, demişti Dücade Cündioğlu. Rüya, ikinci bir yaşamdır, diyen Nerval de, yazının yönetilen bir rüya olduğunu söyleyen Borges de hep o mağaranın dışında dolaşmışlar, tekrar o sahte gölgelerin oynaştığı karanlığa girmeyi hiç istememişler sanki. Herkes bilir ki, sık sık, çok canlı bir parlaklık sızsa da, rüyada asla güneşi görmeyiz. Çünkü Platon’un da söylediği gibi gördüğümüzü zannettiğimiz güneş hakiki güneş değil. Beni bu akşam bekleme, çünkü gece siyah ve beyaz olacak. Rüyalar siyah beyazdır çünkü. Nerval’in ölümü talihsiz bir ölüm müdür? Bizler için kesin öyle. Ama kendisi hep özlediği, hep olmak istediği o rüyalar âlemine karışmış, Aurelia’sına kavuşmuştur diye düşünmek istiyorum. Tanrıça bana şunları söyledi: “Meryem neyse ben de oyum, annen neyse ben de oyum, tüm şekiller altında sevdiğin kimler varsa oyum.”

Bir de zamansızlık kavramı var. Rüyalarda zaman yok. Bilinçaltında zaman yok. Nerval’in (diğer yazarların da) birbiriyle döngüsel ilişki içindeki rüyalar, imgeler ve semboller dünyasında zaman yok. Phthagorasçı dairesel bir zaman içinde varlıkların çeşitli tenlere bürünebileceğini düşündüren şiirsel bir anlatım var. Mirat’ın hikâyesi böyle bir düşünceden mi ilham aldı?

Aynı yerlerde dolaştığını hissettiğimiz Tanpınar’ın da geçmişin hatıralarında aradığı bütünlük hissi, her zaman kendinden bir adım ötede hissettiği hakikati yakalama çabası benzer bir hayalde birleşiyor olabilir mi? Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın, Parçalanmaz akışında.

Tüm bu yazarları ve onları sürekli zihninde taşıyan ve bu romanda bir araya getiren Gülsoy’u da, bilinçaltının labirentlerine dalmaya ve gerçek hayatta izini bulamadığı o erişilmez, vazgeçilmez, olağanüstülüğün peşine düşmeye yönlendiren aynı müphem hülyadır muhakkak. Beni içine çekmek isteyen ayartıcı yeryüzünden çıkıp gidebilseydim yıldızlara…

Romanın sonsöz kısmında Nerval tam merkezde. Zihin bir bütündür. Mirat’ın zihnindeki Esra’yı tam ayrıştıramaması gibi, sonsözün yazarı da zihnindeki Nerval’i tam ayrıştıramıyor. Zaten bu bölümde hep peşinden gittiği adam Nerval değil mi? Ama o da bir noktada kendisi oluyor. Nerval’in Doppelganger’ının peşinden gitmesi gibi.

Nerval’in Aurelia’sından ayrı düşmüşlüğünün yaşattığı acıya benzer bir acıyı sonsözün kurgusal yazarı da yaşıyormuş gibi görünüyor. Tanrım lütfen yanlış anlaşılmama izin verme şarkısıyla başlayan metinde, suçluluk duygusunun kokusunu alıyoruz. Tıpkı Nerval’in Aurêlia’sındaki gibi. O seçkin koca, o utku kralı yargılıyor, suçluyor beni. İnsanüstü bir imgeye layık olmak zor. Onu hep yanında tutmak ne mümkün. Elimi uzatsam tutabileceğim birileri az önce buradaydı ama şimdi yok.

Aurelia’nın kanlı canlı gerçek bir insan olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kadının yüzü aydınlatıyordu her yeri ve yokluğu acıtıyordu. Aurêlia… Bir tanrıçaya yakışacak bu güzel yüze baktıkça aklımın içinde eski benden uzaklaşıyor, ötekine dönüşüyorum. Aurelia Nerval’in zihninin tek hâkimi, Mirat’ın Esra’sı gibi. Yine de bir annenin elini özlüyorduk. Avucunun içinde bir göz olsun, bizi kötülüklerden korusun diye.

Özlenen peşinden gidilen anne imgesi, ana tanrıça özlemi, edebiyatçılar için süblime bir faza geçmiş, entelektüel yaratımla kendini ifade yolu aramıştır muhakkak.

Nerval’in edebiyat hayatına ilk adım attığında çevirilerini yaptığı Goethe ile bitirmek istiyorum: Bütün fani olaylar sadece birer imgedir. Ebedi dişi bizi ötelere çağırıyor.

Leave a comment