Marcus Aurelius’dan Kendime Düşünceler

Roma İmparatoru, “bilge kral” Marcus Aurelius Kendime Düşünceler adlı eserini yazdığında insanlık M.S. ikinci yüzyılı yaşıyordu. Döneminin dünya üzerinde yaşayan en ünlü insanıyken, “ünler, namlar, sahip olunan her şey gelip geçicidir, bu sebeple insanın erdemli yaşaması hayatını anlamlı kılan en önemli ölçüttür” demişti. Bugün Aurelius’u ünlü bir Roma İmparatoru olarak değil, erdemli yaşama dair değerlendirmeleri ile hatırlıyoruz.

Piazza Del Campidoglio’da, yani çoğu kişinin Capitol Tepesi olarak bildiği Roma’nın yedi büyük tepesinin en yükseğinde Marcus Aurelius’un at üzerinde bronz heykelinin bir kopyası bulunur. M.S. 163-173 yılları arasında yapılmış olan heykelin aslı, atın baktığı yönde yer alan dev müze binasının içindedir.

Aurelius’un Germen kabileleri karşısında kazandığı zaferden sonra dikilen, doğal boyutlardan büyük, altın yaldızlı, bronz heykel, antik çağdan günümüze bütün halinde ulaşmış ender eserlerden biridir. Büyük boyutlu bu çalışma bir kaidenin de üzerine yerleştirildiğinden, eseri inceleyen kişi imparatora başını yukarı kaldırıp bakmak zorundadır. Sıradan ölümsüzleri tanrısallaştıran bu heykeller Hristiyanlık döneminde pagan, dolayısıyla dinsiz olarak nitelendirilmiş, Roma Hristiyanlığı kabul ettikten sonra birçoğu eritilmiş, paraya ve başka eserlere dönüştürülmüştür. Bir tek Aurelius’un heykeli, pagan bir imparator olmasına rağmen korunmuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Bunun sebebinin, o dönemde heykelin Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığı ilk kabul eden Konstantin’e ait olduğunun zannedilmesi olduğu belirtiliyor.

Atlı heykelinde Aurelius, kudretli, vakur ve sakin bir yüz ifadesiyle tasvir edilmiştir. Atın dizginlerini güvenle, rahatlıkla, yumuşakça tutuşu onun yönetim anlayışına dair bir ipucu verir. Oturuşundaki nezaket ve güçlü duruş, imparatorun hoşgörülü ve etkili bir yönetim izlediğini, bakışın rahat ifadesi ise yönetimi altındaki halka karşı anlayışlı olduğunu gösterir. At, bir Roma İmparatoru’nu güvenle taşıyabilecek ölçüde büyük ve güçlüdür. Sağ ayağı havada, kulakları dik, her an şaha kalkabilecek gibidir. Giysileri ve duruşu, İmparator’un aynı zamanda asker olduğunu gösterirken, silah kuşanmamış oluşu, barışçı bir imparator olduğunu imgeler.

Andrey Tarkovski’nin ünlü filmi Nostalgia’nın delisi Dominicus, insanlığı uyarma temalı söylevini bu heykelin tepesinde verir. Sonrasında ise kendini aynı yerde yakar. “Fazla büyük usta kalmadı” der Dominicus bu söylevinde, “zamanımızın gerçek kötülüğü budur.”

Bugün artık usta yol göstericiler kalmadığı için mi dönüp dönüp eski ustaların yazdıklarını okuyoruz? Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler (Meditations) adlı kitabının Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan çevirisi geçtiğimiz günlerde sekizinci baskısını yaptı. Dünyada pek çok dile çevrilmiş, zaman zaman çoksatan listelerine girmiş bu eser, Nelson Mandela, Bill Clinton ve başka nice liderin de başucu kitabı olmuştur.

Kendime Düşünceler

Kitabın adı, Aurelius’un bu kitabı yazma amacının başkalarına öğüt vermek olmadığını, birtakım düşüncelerini kayıt altına alma ihtiyacından ortaya çıktığını düşündürüyor. Onca entelektüel birikimine, felsefe bilgisine, dönemin en büyük imparatorluğunun başındaki en yetkili devlet adamı olarak kazandığı deneyimlere rağmen, Aurelius insanlara nasihat verecek durumda görmemiş kendisini. Kitabın başlangıç bölümünde yüksek ahlak prensiplerini açıklarken de, bu değerlere sahip olmakla övünmek yerine bu önemli ahlak derslerini kimlerden aldığını tek tek sayarak, hem hayatındaki önemli insanlara teşekkür etmiş, hem de övgüyü kendi üzerine almak yerine başkalarına yöneltmiş.

Aurelius’un Kendime Düşünceler’i 169 sonları 170 başlarında kuzeye, özellikle Tuna boylarındaki Germen kavimleri üzerine çıktığı seferde yazmaya başladığı söylenir. Bu metni yazmaya başladığında ellisi civarında, o dönem için yaşlı denebilecek bir yaştadır. Artık ölüme yaklaşmış, yalnız bir İmparator, etrafındaki kalabalığın içinde yapayalnız bir adam, ordusunun başında cephede savaş halindeyken çadırının önünde oturup bir şeyler karalayan beyaz saçlı bir adam düşünün. İktidarın şaşası, savaş sahasının karmakarışık gürültüsü içinde düşüncelerini toplayıp kayıt altına almaya çalışmış olmalı. Metinde, “yaşamı acaba boşa mı geçirdim” endişesi görmüyoruz, ama bir hayat muhasebesi yapıldığını söyleyebiliriz. Yaşlandıkça idrak kabiliyetinin azaldığını fark edip fiziksel olarak çöküşe geçtiğini gördüğünden, ölümü her zamankinden daha yakınında hissediyor olabilir. Hayatta her şeyin gelip geçici olduğunu düşünen filozof imparator, hayattaki en değerli varlığı olan düşüncelerini koruma altına almak istemiş. Belki de yaşlandıkça akli muhakemesi zayıflayacak, neler yaptığını, neyi neden yaptığını hatırlamayacak, işte o zaman dönüp notlarına bakacak. Belki de yazma motivasyonu buydu. Yazdıklarını kendisinden sonra gelecek Roma imparatorlarına, Roma halkına ya da Aristoteles’in yaptığı gibi oğluna ithaf etmemiş oluşu bu olasılığı düşündürüyor.

Bilge Kral

Marcus Aurelius öncelikle entelektüel bir Romalı. Kendini çok iyi yetiştirmiş bir düşünür. O dönemde Roma’da özellikle Yunan kültürü, edebiyatı ve felsefesinin eğitimde baskın olduğunu biliyoruz.

Aurelius’u ilginç kılan unsurlardan biri hiç kuşkusuz bir filozof olarak aynı zamanda Roma İmparatoru oluşudur. Tarihte “filozof” diyebileceğimiz kadar felsefi anlayışını içselleştirmiş kişilerin imparatorluk yaptığı pek görülmüş değil. İmparatorlara hocalık yapan Aristoteles gibi, Cicero gibi büyük filozoflar var, ancak bizzat ülke yönetmemişler. Aurelius, Roma İmparatorluğu’nun en parlak döneminde, üstelik büyük ölçüde savaşlarda, hatta bizzat cephede geçen bir yönetim süresinde İmparatorluk yapmış bir filozof. Aynı insanın, kinik felsefe ile de akrabalığı olan stoacılığın önemli savunucularından olması da acayip bir durum. Düşünsenize, Büyük İskender’e “gölge etme başka ihsan istemem” diyen, bir fıçının içinde yaşayan, bir köpek gibi yaşayarak da mutlu olunacağını iddia eden Kinik Diyojen’in felsefesi, en yüksek seviyede iktidar sahibi bir İmparator’da bir ölçüde yansımasını buluyor. İktidarın tüm nimetlerine en üst seviyede hükmedebilecek güçte bir imparator, sade ve basit yaşama dair söz söylemekle kalmıyor, söylediklerini içselleştiriyor ve hayata geçiriyor.

Aurelius’un Roma İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönemde tahta geçmiş olmasına rağmen çok sade bir hayat sürdüğü bilinir. Rivayet olunur ki, İmparator Roma Meydanı’nda yürürken arkasında bir hizmetli onu yakından takip ederdi. Bu hizmetlinin tek işi, insanlar Aurelius’a şükranlarını sunduğunda İmparator’un kulağına “Sen sadece insansın” diye fısıldamaktı.

Doğaya Uygun Yaşam

Marcus Aurelius’un ve stoa felsefesinin temel anlayışı, doğaya göre, doğaya uygun ve doğayı örnek alan bir yaşam sürmektir. Bunun için de doğayı araştırmalı, onu daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Doğayı araştırmak, anlamak, korkularımızı yenmemizi de sağlar. Örneğin depremlerin nedenini anlamanın, yine doğa kanunlarını araştırarak korunma yolları bulmanın, deprem korkusunu yenmemizi sağlayacağı gibi.

Doğaya göre yaşam, aynı evreni paylaşan canlıların birbirine hoşgörülü olmasını gerektirir. İnsanların saçma, yanlış diyebileceğimiz hareketleri doğaya uyumsuz davranışlardan kaynaklanmaktadır. “Daha şimdiden ölen biri gibi bedenini küçümse” diyor Aurelius. İnsanın evrenle ve diğer canlılarla olan bağı ruhsal bağdır ona göre. Tüm canlılar doğanın bir parçası olarak birbirleriyle etkileşimdedir. Tüm canlılar aynı bütüne hizmet eder. İşte bu nedenle, bazen nankör, küstah, hilekâr, haset, geçimsiz olsalar da insanlara anlayış göstermek gerekir. Çünkü tüm bunları bilgisizlikten yaparlar. Aynı aklın ve aynı tanrının kutsal parçası olduklarının bilincinde olsalar böyle davranmazlar. Socrates’in de dediği gibi, aslında kötü insan yoktur, insanlar sadece bilmediklerinden kötülük yaparlar.

Aurelius’a göre evrende uyum vardır. Tanrısal öngörüyle yönetilen her şey iç içe geçmiştir. Kötülük görünümleri doğaya uygun yaşamamaktan doğar. Ancak doğada zorunluluk vardır. Eninde sonunda doğanın zorunluluğuna uymak, tüm canlılar için geçerlidir.

Stoacılığın Tesellisi

Son birkaç aydır yaşadığımız pandemi koşullarında Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler’ini bir kez daha okudum. Aurelius’un düşünceleri beni yine rahatlattı, teselli etti. Sadece kendi yapabildiklerime odaklanmayı, bunun dışındaki olayları akışına bırakmayı, gerçekten değerli olanın evrenin yararına olan için çalışmak olduğunu hatırladım. Bizler evlerimize kapanmışken havanın, suyun, ormanların, denizlerin, hayvanların, keza dünyada insan dışında her ne varsa hepsinin bir nebze rahat ettiğini bilmek beni de rahatlattı. Eğer doğanın kendini toparlamasına yardımı olacaksa daha uzun süreler evlere kapanalım diye düşündüm.

Her bir cümlesi değerli ve üzerinde düşünülmesini gerektiren kitaptan alıntıladığım birkaç cümle ile bitirmek isterim:

“Elinin altındaki ilkelere şu ikisini ekle: Birincisi, şeyler ruha temas etmez, daima onun dışında ve hareketsizdirler; bütün kaygılarımız içimizdeki düşüncelerden doğar. İkincisiyse gördüğün hemen her şey kısa sürede değişecek, hatta artık var olmayacak.”

Kör Kuyuları İnatla Kazmaya Devam Edenlerin Hikayesi: AHLAT AĞACI

      Ahlat ağacını çoğumuz filmin adıyla öğrendik. Şekilsiz bir ağaç olduğu doğru, ancak neden uyumsuz dendiğini ilk başta çözemedim. Kuraklığa ve susuzluğa çok dayanıklıymış. Meyvesi yaban armudu, tatlı, ancak zor çiğnenir, yutulur cinstenmiş. Ağacı tanıtan sıfatlar bize filmi de tanıtıyor, filmin ana karakterlerini de, hatta filmin geçtiği coğrafyayı da. Ağacın film ile öyle güçlü bir sembolik bağı var ki, belki de bu yüzden akışta kendisine çok fazla yer verilmemiş. Sadece son sahnede İdris onun uyumsuz, yalnız, şekilsiz bir ağaç olduğunu söylüyor. Bir ağaç nasıl uyumsuz olabilir? Anlıyoruz ki İdris kendini çoktan ağaçla özdeşleştirmiş.

   

     İçinde yaşamayı seçmediği, beğenmediği, hatta nefret ettiği, kendisine gelecek sunmayan, umarsız, çıkışsız bir coğrafyada yaşamaya mahkûm bir gencin hikayesi anlatılıyor filmde. Ahlat ağacına uygun bir coğrafya burası. Belki de bu yüzden meyveleri gibi insanları da kolay yenilir yutulur cinsten değil. Bugünün Türkiye’sini konuşuyoruz aslında. Diplomalı genç işsizlerin vatanı. Hepimiz aynı hikâyenin oyuncularıyız. Nuri Bilge Ceylan da -özellikle gençliğinde- benzer sıkıntılar yaşamış; senaryonun yazarlarından Akın Aksu, sayısını bilmediğim diplomalı işsiz genç, atanamayan öğretmenler, kitabını bastıramayan yazarlar, sanatını icra edemeyen sanatçılar, sosyal haklardan mahkûm bırakılan kadınlar, kendini gerçekleştirme imkânı bulamayan herkes, hepimiz bu coğrafyanın kuraklık şartlarına maruz kalıyoruz bir şekilde.

     Okulunu bitirip doğup büyüdüğü topraklara dönen Sinan’ın öğretmen olup olamayacağı belli olmadığı gibi, bunu isteyip istemediği de meçhul. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sıkça rastladığımız üzere kayıtsız ve bezgin bir karakter Sinan. Tam da bu yüzden, kitabını bastırabilmek için neler yaptığını gördüğümüzde onun asıl arzusunun yazarlık olduğunu anlıyoruz. Ne var ki, aşkın, sanatın, düşüncenin yeşermesine imkân vermeyen bir coğrafyada yaşıyor Sinan. Bu yüzden de görüşlerine değer vermediği, kendilerine saygı duymadığı adamlarla muhatap olup onlara kitabının bir değeri olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bir yandan öfkesini zorlukla bastırmaya çabalarken lafı gediğine oturtmakla alttan alıp karşısındakine hoş görünmek arasında gidip geliyor. Tüm özverilerine rağmen bu genç yazarın kitabını yayımlatması imkânsız gibidir. Belli ki bunun için bir bedel ödenmesi gerekecektir.

     Bu aşamada Sinan trajik bir seçim yapmak zorunda kalır. Genç sanatçının yazarlık arzusuna kavuşabilmek için babasına ihanet etmekten başka çaresi kalmaz. Babanın ganyan tutkusu uğruna kendisini bitirip tüketmiş olması bir yana ailesini de felakete sürüklemiş olması, Sinan’ın ihanet kararı almasını kolaylaştırır ve bir ölçüde trajedinin boyutunu hafifletir. Babasından canı fena halde yanan Sinan onun en fazla canını yakacak hamleyi yapar.

     Ancak, iş, kitabı yayımlatmakla bitmez. İlgi çekmeyen kitabı kimse okumak istemez. Kitabın basılı halini gördüğünde oğluyla gurur duyan, ilk defa dokunaklı konuşmalar yapan annesi bile biricik oğlunun kitabını okumazken, kitapçının satılamayan tek kopyayı depoya kaldırmasını anlayışla karşılamak gerekir. Doğal olarak Sinan merak eder. Daha başka ne yapması lazımdır yazdıklarıyla, düşündükleriyle dikkat çekebilmek için. Kitapçıda sıkıştırdığı taşra yazarından öğrenmeye çalışır bunun formülünü. Hayatla yapamadığı hesaplaşmayı adamcağızla yapmaya kalkar. Yazarlığını beğenmediği, işlerini takdir etmediği adamın yerinde olmaya can atıyordur aslında. Çünkü yazdıkları okunsun, görüşleri dinlensin, tartışılsın istemektedir.

     Benzer bir durum da eski okul arkadaşı Hatice ile yaşanır. İnsanları sevememekten mustarip Sinan’ın Hatice’yi sevmesi zor. Ancak her sağlıklı genç erkeğin yapmak isteyeceğini -genç ve güzel bir kadınla birlikte olmayı- o da ister elbette. Hatice, başlangıçta Sinan ile hafif flört peşinde gibidir. Ama Sinan’ın bölge insanına dair görüşlerini -bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen hoşgörüsüz insanlar- öğrendiğinde bir anda tavrı değişir. Hatice de her kadın gibi beğenilmek ister. Sadece dış görünüşüyle değil hayalleriyle düşünceleriyle bir bütün olarak. Sinan’ın aslında kendisini beğenmediğini fark ettiği anda da intikam almaktan geri kalmaz. O kısacık sahnede Hatice’nin karakterini – kurnaz, cesur, maddiyatçı, fırsatçı, acımasız- o kadar iyi tanıyoruz ki, ne kadar muhteşem bir sahne olsa da filmde Sinan Hatice macerasının devamına ihtiyaç hissetmiyoruz.

     Ahlat Ağacı, sinema sanatı için ulaşılması çok zor, ancak çok iyi romanlarda örneğini görebileceğimiz seviyede karakter tahlilleri ile Nuri Bilge Ceylan sineması içinde dahi farklı bir yerde duruyor. Paradoksal bir şekilde hem sevgi hem de nefretten beslenen kaotik ilişki biçimleri Nuri Bilge Ceylan sinemasının huzursuz karakterlerinin ortak özelliğidir. Karakterlere derinlik kazandıran, onları anlamamızı zorlaştıran, ama aynı zamanda çok sahici kılan bu karmaşa, birbirinden uzak insanları ayrıştırılması imkânsız düğümlerle sımsıkı bağlayan karışmış bir yün yumağı gibidir. Ancak karakterleri her yönüyle ve en fazla derinliğiyle ele alan Rus Edebiyatı’nda örneklerini bulabildiğimiz zevki bize sinemada da tattırır.

     Filmde bu derinliği en fazla baba oğul ilişkisinde görüyoruz. Babasını hem seven hem de ondan nefret eden oğul, kendine büyük şehirde yazarlık kariyeri çizmek istiyor ama bir taşra öğretmeni olan babasının kaderi, onu uzaklaşmaya çabaladıkça daha fazla kendine çekiyor. Her zaman güler yüzlü ve sakin, çiçeklerden kelebeklerden konuşmayı, olgun laflar etmeyi seven bir şairdir İdris. Kasabada herkese borç takan, ganyan tutkusuyla hem etrafın hem de ailesinin saygısını yitirmiş adam bu adam olamaz dedirtir izleyiciye. Gençliğinde idealist bir öğretmenken hem entelektüel hem de sanatsal kapasitesi olan, toplumun saygısını kazanmış pırıl pırıl bir adammış İdris. Bunu annenin anlattıklarından biliyoruz, ancak gelinen noktada oğlunun parasını çalabileceğinden bile kuşku duyduğumuz kifayetsiz, düşkün bir adam var karşımızda. Böylesine tezatları içinde barındırma konusu, başka Nuri Bilge Ceylan filmlerinde de karşımıza çıkar. Kış uykusunda örneğin. Tanıdıkça sevmeye başladığınız karakter öyle şeyler yapar ki bir anda ondan nefret edersiniz. Sürekli onları sevmek ile nefret etmek arasında gider gelirsiniz. Tıpkı filmdeki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinde olduğu gibi.

     Oğulun türlü güçlüklerden geçmesine rağmen hiçbir aşama kaydedemediği yazarlık kariyeri, babanın yıllarca kazmaya devam ettiği kuyudan su çıkaramamasına benzer. Her ikisi de toplumun olmaz dediği, beyhude çaba olarak gördüğü işlere takıntılı bir şekilde emek vermeye devam etmektedir. Belki de bu coğrafyanın insanının olmayacak işleri oldurmaya çalışmaktan, kör kuyuları inatla kazmaya devam etmekten başka çaresi yoktur. Toplumun geneli o işten bir şey çıkmaz anlayışında, kendine rahat bir köşe bulma hevesindeyken, umarsız işlere ısrarla emek vermeye devam edenlere büyük saygı duymak gerekir belki de. Zengin koca ile evlenip evde oturmak isteyen Hatice’nin, imamlığın tüm nimetlerinden rahatlıkla faydalanıp başkasının ağacından elma koparmakta, yaşlı insanların altınını ödünç alıp iade etmemekte hiçbir yanlış görmeyen cami hocalarının, çıkarı için belediyenin bastığı tanıtım kitaplarına para ayırıp da Sinan’ın kitabına destek olmayan, acınası raflarında birkaç kitap var diye entelektüel havalarına giren kumcunun yaptığını yapmak en akıllıcası, en kolayı, en avantajlısı. Bu yaşına gelmişken neden hala çocuk (başkasının çocuğu!) bakmak zorunda kaldığından şikâyet eden, oğlanın kitabının basıldığını öğrendiğinde bir an coşup sevinen, sonrasında kitabı okumaya gerek dahi görmeyen, gençliğinde belki de şair olduğu için duygusal sebeplerle İdris’i kendisine uygun eş olarak seçip sonrasında bu şanssız evlilikten kendine çıkış yolu bulamayan anne ise fırsatçılar arasında sayılmasa bile bezgin ve kendini koyuvermişler arasına kolaylıkla girecektir. Filmdeki bu tiplerin her biri bugünün Türkiye’sinden çeşitli simaları getiriyor gözümüzün önüne. Gençliğinde idealist bir öğretmenken sonrasında düşkün bir adama dönüşen İdris de belki cumhuriyetimizin nereden nereye geldiğinin çok iyi bir alegorisi.

Üzerine sayfalarca yazı yazılacak, sabahlara kadar konuşulacak bir film Ahlat Ağacı. Tüm iyi filmlerde olduğu gibi tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran, üzerine düşündükçe farklı yönlerini görebildiğimiz bir film. Sanatını zamanla iyice olgunlaştırmış olan yönetmenine adeta meydan okuyor. Daha iyisini yapmak mümkün mü? Oldukça zor.

Nabokov’un Gözünden Mansfield Park

Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Bu yazıda, Nabokov’un Mansfield Park incelemesini ele aldım.

1957 EDEBIYATDERSLERI.indd

Kitapta, bahsi geçen romanlar en ince detayına kadar Nabokov ile birlikte okunuyor ve inceleniyor. İlk aldığımız ders, detayları sevmenin önemi üzerine. Eserin sanat değerinin detaylarda gizli olduğunu, bu değerin tadına varabilmek için romana bir iz sürücü gibi yaklaşmak gerektiğini, ipuçlarını koklamanın, roman boyunca izini sürmenin, detaylar üzerinde düşünmenin önemini anlıyoruz. İkinci kritik ders ise, genel geçer yorumlara, basma kalıp görüşlere prim vermeyip kendi öznel değerlendirmemizi yapmamızla ilgili. Özellikle klasik eserler yıllardır okunup değerlendirildiği, bazıları defalarca filme aktarıldığı için, romanla ilgili, hatta başlıca karakterler hakkında ister istemez toplumsal bir görüş oluşuyor. Bazen farkında dahi olmadan bu görüş bilincimize sızabiliyor, kendi görüşümüzmüş gibi içimize yerleşebiliyor. Bu durumda, romanı ezberden okuyup ezberlenmiş değerlendirmeleri yapma riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Oysa Nabokov, “bir sanat eserinin her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız” anlayışında. Bu dünyayı olabildiğince yakından incelemeli, bu dünyaya tamamen yeni bir şeymiş gibi yaklaşmalıyız.

Nabokov’un Mansfield Park okumasına baktığımızda, romanı “kılcal damarlarına” kadar incelediğini, tüm tarihleri not alarak olayların akışıyla eşleştirdiğini, mekanları tasavvur ettiğini, belli başlı sahnelerin geçtiği yerlerin haritasını çıkardığını görüyoruz. Nabokov, bu çalışmayı titizlikle yürüttükten sonra romanı yorumlamaya başlayarak, iyi okur olmayı hedefleyenlere önemli bir ders vermiş oluyor.

mansfield park resim.jpg

Sözkonusu eser Jane Austen’ın Mansfield Park’ı olduğunda, biraz da “antikacı” özeni ve hassasiyeti devreye giriyor. Nabokov’u, Mansfield Park okuması yaparken elinde bir büyüteçle hayal etmek mümkün. İncecik kanatlı hassas kelebekleri incelerken gösterdiği özeni, Mansfield Park’ı okurken de göstermiş olmalı. Üstelik Jane Austen’ın üslubu, Nabokov’un özellikle kendini yakın hissettiği bir üslup değil. Bunun böyle olduğunu yorumlarındaki birtakım ifadelerden anlayabiliyoruz. “Onun nazik desenleriyle, pamuk içinde yatan yumurta kabukları koleksiyonuyla belli ölçüde eğlendik. Ama bu eğlence zorlamaydı. Belli bir ruh haline girmemiz, belli bir şekilde odaklanmamız gerekti. Şahsen, porselenden ve küçük sanatlardan hoşlanmıyorum ama bazen kendimi, yarı şeffaf değerli bir Çin porseleni parçasına bir uzmanın gözleriyle bakmaya zorluyorum.” 

Bu durum, Nabokov’un Mansfield Park’ı okurken verdiği emeğin değerini daha da ortaya çıkarıyor. Okur açısından üçüncü önemli derstir bu. Bir yazarın üslubunu sevmemeniz, yaklaşımını kendinize yakın hissetmemeniz o eserin değerini düşürmez. İyi bir okur, her durumda iyi bir eserin hakkını verecek bir okuma yapabilmelidir. Nabokov’un, Jane Austen’ın kompozisyonunu biraz “örümceksi” bir tavırla ortaya koyduğunu düşünüyor olması, onun sanatçı dehasını görmesine engel değil. Kısacası, iyi bir sanat eserinden zevk alabilmek için ön yargılarımızı ve hayat görüşümüzü bir kenara koymayı bilmeliyiz. Aksi taktirde, kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz, bu da bizi dar görüşlü yapar veya gerçekte dar görüşlü olduğumuzu ortaya koyar.

Mansfield Park incelemesine gelecek olursak, Nabokov romanın tam bir peri masalı olduğunu söylüyor. Ama zaten ona göre tüm romanlar bir anlamda peri masalıdır. Bununla birlikte Nabokov, Austen’ın tavır ve malzemesini eski moda, yapmacık ve gerçekdışı görmenin kötü okurun düşeceği bir yanılgı olduğu görüşünde. İyi bir okur, kitaplardan bahsedildiğinde, gerçek yaşam, gerçek insanlar gibi unsurların anlamsız bir yaklaşım olduğunun farkında olmalı.

İyi romanlardaki ilk cümle (iyi filmlerdeki ilk sahne gibi), etkin okur için çok önemlidir. Bu ilk cümleden, romanın neyi mesele ettiğini, hangi konuyu deşmek istediğini, yazarın üslup ve yaklaşımını görmek mümkündür. Mansfield Park’ın ilk cümlesine bakalım: “Otuz yıl kadar önce Huntington’lu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu halde, başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikânesinin sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine âşık etti ve böylece bir ‘baronet karısı’ konumuna yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

Bu ilk cümleden romanın sınıf mücadelelerini, evlilik meselelerini ele alacağını, aşk ilişkilerinin romanın merkezinde olacağını söylemek mümkün. Ayrıca, yazarın bu konulara ironik bir üslupla yaklaştığını, toplumla hafiften dalga geçerek okuru eğlendireceğini de ilk cümleden hareketle sezebiliriz.

Nabokov, tüm roman incelemelerinde yaptığı gibi, yine tarihleri not alarak başlıyor işe. Mansfield Park’daki balonun 22 Aralık Perşembe günü düzenleniyor olmasından hareketle,  romanın örgüsünde zirve diyebileceğimiz olayın 1808 yılında gerçekleşmiş olabileceğini, eğer böyleyse, o tarihte Fanny Price’ın on sekiz yaşında olması gerektiğini, çünkü kızın malikaneye 1800 yılında on yaşındayken gelmiş olduğunu tespit ediyor. Bu tarihleri tam olarak belirlemenin romanın sanatsal değeri açısından ne önemi var bilmiyorum. Belki bu roman için çok da önemli değil, ama önemli olabileceği durumlar da olabilirdi. Nabokov, hep aynı sistematik yaklaşımla ilerlediği için, ilk başta kronolojiyi çıkarıp bakıyor. İkinci olarak baktığı ise, mekân isimleri. İngiltere’nin göbeğinde Northampton diye bir yer var, ancak Mansfield Park diye bir yer yok. Bu meseleleri hallettikten sonra romanın yaklaşımını, neyi nasıl anlattığını incelemeye geçiyoruz. Nabokov’un deyimiyle, “bir nevi makine aksamını çözme işi” yapacağız.

Jane Austen, dört tane karakterleştirme yöntemi kullanmış. İlk yöntem, Austen’in alaycı zekâsını, cevherini bolca ortaya koyan doğrudan tasvir: “Kendisinin ve oğlunun kaygılarından başka hiçbir şeyin sonucunu düşünmeyen, iyi niyetli, medeni, sıkıcı ve kendini beğenmiş bir kadın olan Mrs. Rushworth de, Leydi Bertram’a, ille Sotherton’a gelsin diye ısrar etmekten henüz vazgeçmemişti. Leydi Bertram onun çağrısını her seferinde geri çeviriyordu, ancak davranışı öyle yumuşaktı ki Mrs. Rushworth aslında onun gelmek istediğini sanıyordu.”

İkinci yöntem, doğrudan alıntılanan konuşma. Yalnızca konuşanın ifade ettiği fikirler değil, aynı zamanda konuşma biçimi, hal ve tavırları ile konuşan karakteri okuyup canlandırmak okura düşüyor. Okur eldeki malzemeyi toplayıp kendi zihninde karakteri canlandırıyor. Bazen karakterin ne söylediğinin çok da önemi yoktur. Ancak neyi nasıl söylediği, seçtiği kelimeler, cümle kuruş şekli bize karakterle ilgili pek çok ipucu verir.

Üçüncü yöntem, aktarılan konuşma üzerinedir. Konuşma, karakterin davranış tarzını alıntılıyor veya bir tasvirini ima ediyor. Mrs. Norris’in, “Hiç kimse bolluğu, misafir ağırlamayı benim kadar sevmesin, eli sıkılıktan benim kadar iğrenmesin!” cümlesinden kadının eli sıkı olduğunu, maddi konulara verdiği önemi çıkardığımız gibi, hafif dobra ve yüksek sesle konuşan gürültücü bir kadın olduğunu da anlıyoruz.

Dördüncü yöntem ise karakterden bahsederken onu taklit etmek. Genelde bir karakter diğerine bir başkasını anlatırken bunu yapıyor. Böylelikle karakterlerin birbirleri hakkında ne düşündüğünü de anlamış oluyoruz.

Austen, karakterleri öyle sağlam kurmuş ki, onlar yaşamaya başladıklarında olayların akışına da neredeyse kendiliğinden yön verilmiş oluyor. Örneğin, Mrs. Norris’in karakteri, yardımsever görünmeye çalışan, ancak bunu yaparken cebinden tek bir kuruş çıkmayacağına emin olmak isteyen bir yapıda olduğundan, Fanny Price’ın evlat edinilmesi fikrini ortaya atan ve sonuna kadar destekleyen kişi de kendisi oluyor. Ancak Fanny’nin kendi yanında kalmasını hiçbir zaman istemeyeceğinden de onu kız kardeşinin evine, Mansfield Park’a yerleştirmek de kendisine düşüyor. Böylelikle karakterleştirme yapıya dönüşüyor; romanın yapısı doğallıkla ortaya çıkıyor.

İlk bölüm bittiğinde, ana karakterleri az çok tanımış ve romanın yapısı hakkında fikir sahibi olmuş durumdayız. İlerleyen bölümlerde Austen, çok sayıda karakteri belirli bir mekân içinde dolaştırıp konuşturarak kişilik çatışmalarını ortaya koyuyor ki bu çatışmalar olayların gelişimini de beraberinde getirerek kurguyu doğal bir akışa kavuşturuyor.

Romanın akışında belirli temalar etrafında sahneler kuruluyor ve karmaşık ilişkiler ortaya dökülüyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fanny Price sanki yazarın romandaki temsilcisi gibi; olayları çoğunlukla onun bakış açısından izliyoruz, bir taraftan da olayların onu nasıl etkilediğini, olgunlaştırdığını görüyoruz. Önce at teması etrafında, Edmund’un Fanny’nin atını Mary Crawford’un kullanımına vermesiyle ilk üçlü kurulmuş oluyor. Romanın devamında da iki kadının bir erkeği paylaşamaması veya iki erkeğin aynı kadını paylaşamaması tarzında üçlü ilişkiler bol bol karşımıza çıkıyor.

Romanın önemli temalarından birine sahne olan Sotherton’da üçlülerin kendi aralarındaki çekişmeleri zirveye ulaşıyor. Sotherton kaçamağında, Edmund, Mary Crawford ve Fanny; Henry Crawford, Maria Bertram ve Rushworth; Hery Crawford, Julia Bertram ve Maria Bertram adeta köşe kapmaca oynuyorlar. Özellikle bu bölümde roman bir tiyatro oyunu gibi ilerliyor.

Bir diğer önemli tema olan tiyatro hazırlıklarında ise artık köşe kapmaca ve kıskançlıklar hat safhadadır. Aşıkların Yemini oyunu Nabokov’a göre aptalcadır, ancak Austen bu oyunu karakterlerine rahatça dağıtabileceği için seçmiştir. Bu oyundaki kadın karakterler asil bir İngiliz genç kızı için uygun değildir. Ancak bunun böyle olduğunu düşünen sadece Fanny ve papaz adayı Edmund’dur. Yazarın da aynı görüşte olduğunu düşünmek zor değil. Ancak bu sahnede artık işler kontrolden çıkmış, herkes kendi sınırlarını aşmıştır. Öyle ki, Julia’nın oyunda rol almaktan vazgeçmesine, Edmund’un kendisiyle ilgili tüm sınırları zorlayarak oyunda rol almayı kabul etmesine ve Mrs. Norris’in çocukların Sir Thomas’ın itiraz edeceği tüm isteklerini yerine getirmesine şahit oluruz. Ortalığı toparlamak, tekrar dirlik ve düzene kavuşturmak içinse Sir Thomas’ın işlerini denetlemek üzere gittiği Antigua seyahatinden dönmesi gerekecektir.

Sir Thomas’ın dönüşü, nihayet Fanny’nin yıldızının parlamaya başladığı dönemin başlangıcına işaret eder. Diğer çocuklarının kontrolden çıktığını, Fanny’nin ise hep akıllı ve sağduyulu davrandığını gören Sir Thomas, Fanny’yi kayırmaya başlar. Genç kızın, on sekiz yaşını doldurmasıyla olgunlaşıp güzelleştiğini ve Henry Crawford’u kendine âşık ettiğini görürüz. Artık kimin kime âşık olduğu, kimin kiminle evleneceği yarışında oyuncular kulvar değiştirmiştir.

Kurgunun tutarlılığı bakımından Fanny’nin Edmund gibi donuk birine âşık olmasının garipliği bir yana, Edmund’un hiçbir durumda Fanny’ye ilgi duymadığına, hep onu kız kardeşi gibi gördüğüne de şahit oluruz. Nabokov’un öğrencilerinin de bu tespiti yapmış olmaları mümkün, ancak hocaları onları, bu şekilde kitap okumanın çok kötü bir yaklaşım olduğu konusunda, karakterlerle çocukça kaynaşmanın yanlışlığını söyleyerek uyarmış olmalı. Bu gibi dokunaklı detaylar onu ilgilendirmiyor. Nabokov, bunca zaman başarısını ispatlamış, dillerden ve ellerden düşmemiş bu klasiğin işleyiş mekanizmalarını çözmek peşinde.

Teknik olarak, sonuna doğru olay akışının mektuplaşmalarla ilerlemesinin romanı biraz hantallaştırdığı söylenebilir. Ancak, bu bölümde gelişen olayları da romanın başındaki gibi detaylı sahnelerle ortaya koysaydı, Austen’ın romanı bir türlü bitiremeyeceği, konuyu toparlayamayacağı belli. Bununla birlikte, sahneleyerek anlatmak ile özetleyerek anlatmak arasındaki farkı da bu bölümde daha net görüyoruz. Özetlenerek anlatılan olayların içine girmek mümkün değil. Kurgunun inandırıcılığı da ister istemez azalıyor. Öte yandan, sona yaklaştığımızda Fanny bize bir sürpriz yapıyor ve artık sabrının sınırlarını zorlayan Edmund’a karşı düşüncelerini bilinç akışı yöntemiyle ortaya koyuyor. Bu yöntem Austen’dan 150 yıl sonra James Joyce tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktır.

Nabokov’a göre üslup bir araç değildir, bir yöntem değildir, yalnızca kelimelerin seçilmesi değildir. Bütün bunlardan daha fazlası olan üslup, yazarın kişiliğinin içkin bir bileşeni ya da karakteristiğidir. Jane Austen etkileyici bir üsluba sahip bir yazardır ve edebiyat kariyeri boyunca üslubunu giderek daha etkileyici hale getirmeyi başarmıştır. Daha nice 100 yıl yaşaması dileğiyle…

Nabokov’un Gözünden Madam Bovary

Bir edebiyat eseri nasıl okunur? Bunun ötesinde, bir sanat eserinden nasıl zevk alınır? Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Her bir okuma en ince detayına kadar inceleme içeriyor. Bu yazıda, Nabokov’un çok önem atfettiği Madam Bovary incelemesini ele aldım.

Öncelikle, yazarın okuma tekniğinden bahsetmem gerek. Nabokov, ayrıntıları en ince noktasına kadar incelemeyi seven bir yazar. Ona göre, kitabı genel yargılarla okumaya başlamak en yanlış okuma yöntemi. Mümkünse hiçbir şey bilmeden okumaya başlamak gerek. Kimi zaman ıvır zıvır diyebileceğimiz ayrıntıları sevgiyle biriktirdikten sonra genellemelere varmakta yanlış bir şey yok. Ama daha Madame Bovary’yi okumaya başlamadan önce, asıl konunun burjuvazinin kınanması olduğunu düşünmeye başlamak, hem yazara hem de esere büyük haksızlık. Sanat eserinin, her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız. Öyleyse bir kitabı okumaya başladığımızda ilk yapmamız gereken şey, bu yeni dünyayı olabildiğince detaylı incelemek. Bu dünyanın, halihazırda bildiğimiz dünyalarla bariz hiçbir bağlantısı olmadığını düşünmeliyiz.

İyi bir okur, usta bir okur, etkin ve yaratıcı okur, yeniden okuyandır. İlk okumada kitabı tanımaya gayret ediyoruz. Zamanını, mekanını, kitabın ne hakkında olduğunu anlamaya çalışırken sanatsal bir değerlendirme yapmamız zor. Ancak ikinci okumada bu gibi detaylara hâkim olduğumuzdan, eserin sanatsal yönünü kavramaya odaklanabiliriz. Sanatsal bir değerlendirme yapabilmek için hayal gücünü devreye sokmak gerekiyor. Ancak hayal gücünün beslendiği kaynak, kişinin kendi geçmişine ait, nostaljiyle hatırladığı bir yaşam biçimi olmamalı. Bu anlamda esere uzak durmalı, bu uzaklıktan zevk alırken aynı zamanda herhangi bir başyapıtın iç dokumasının tadını tutkuyla çıkarmalıyız. Hem mesafe koymak hem de tutkuyla sarılmak nasıl oluyor derseniz, benim anladığım, duygusal okuma yapmak yerine romanın bizde bıraktığı duygusal izleri akılla yorumlamak gibi bir şey. İşte o zaman bir başyapıtın sanatsal güzelliğinin tadına tam anlamıyla varabiliyoruz.

Bir yazar, üç bakış açısından ele alınabilir. Bir hikâye anlatıcısı olarak, bir öğretmen olarak, ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üçünü kaynaştırır ama üstün gelen ve onu büyük bir yazar yapan ondaki büyücüdür. O büyünün tadını çıkarmak için akıllı okur, dehâ ürünü eseri yüreğiyle değil, aklıyla değil, belkemiğiyle okur.

Madam Bovary’yi bir de Nabokov ile birlikte okumak gerçekten çok keyifli. Onun bakış açısı bambaşka. Peri masalı olarak adlandırdığı romanın, biçem açısından şiirden beklenen etkiyi düzyazıda yapabildiğini söylüyor. Muhakkak ki bu eserin Fransızca okumasından alınacak lezzeti başka bir dile çevirisinden almak mümkün değil. Ancak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Nurullah Ataç ve Sabri Esat Siyavuşgil çevirisinin oldukça başarılı olduğunu söylemem gerek.

Nabokov bir romanı incelerken, önce romanın geçtiği mekan(lar)ı ve zamanı doğru tespit etmek için epeyce emek harcıyor. Örneğin, Madam Bovary’de adı geçen yerlerden Rouen dışındakilerin hepsinin uydurmaca olduğunu tespit etmiş. Kitaptaki olayların geçtiği dönemde ülkede neler oluyor, yönetimde kim var, yazarın romanı yazdığı dönem ile romandaki olayların geçtiği dönem ne kadar örtüşüyor? Çağın diğer önemli yazarları kimler? Onlar aynı dönemde hangi eserleri vermiş? En başta tüm bunları ortaya koyduktan sonra romanı okumaya başlıyoruz. Ancak bu bilgileri romana referans olsun diye toplamıyoruz. Çünkü Madam Bovary’nin içinde yaşadığı toplumsal çevre, topkı Bovary’nin kendisi gibi, Flaubert tarafından romanın amacına uygun olarak yaratılmıştır. Bunun böyle olması, dönemin koşullarını etraflıca bilme ihtiyacını ortadan kaldırmaz.

Nabokov’un en sevdiğim özelliklerinden biri, genel geçer doğruları, doğruluğundan şüphe etmeyi aklımıza getirmediğimiz konuları yeniden ele alıyor ve kalıplaşmış yargıları bir güzel ameliyat ediyor oluşu. Örneğin Madame Bovary roman kahramanlarının çoğunun burjuva olduğu konusundaki genel değerlendirme hakkında söyledikleri önemli. Romanı böyle basma kalıp bir fikirle okumaya başlamak yerine, bizi konuyu biraz da derin düşünmeye davet ediyor Nabokov. İlk başta Flaubert’in burjuva’dan ne anladığını bilmezsek romanı doğru okumamız mümkün değil. Flaubert için, burjuva sözcüğünün “kentte yaşayan” anlamı dışında philistine, yani “yaşamın maddi yönüyle ilgili ve yalnızca yerleşik geleneksel değerlere bağlı kişi” anlamı daha ön planda. Philistine kelimesi görgüsüzlük, gösteriş merakı ve zevksizlik anlamları da içeriyor. Aslında roman şehirde değil kırsalda geçiyor. Eseri bu bilgiyle gözden geçirince, karakterlerin nasıl çizildiğine, olayların nasıl geliştiğine dair daha anlamlı bir görüşe sahip olabiliyoruz.

İzlekler de önemli. Katlar ya da kat kat pasta izleği örneğin. Bunu daha birinci bölümde, Charles’ın şapkasındaki kat detayında yakalamış Nabokov. Sonrasında, Charles ile Emma’nın düğünündeki pasta var. Düğünde kaçınılmaz olarak kat kat bir pasta -gene pek zevksiz, pek zavallıca bir şey- sunulur davetlilere. Pastanın nasıl zevksiz bir görüntüye sahip olduğu en ince detayıyla anlatılır. Pasta izleği bir nevi gösteriş merakının bayağılığını ve temelsiz sahte bir şeylerin varlığını daha iyi ortaya koymak için düşünülmüş olmalı. Düğün pastasının detayları bize tam da bu hissiyatı veriyor. Ve tabii ki en sonda Madam Bovary öldüğünde, Charles onun kat kat etekleriyle birlikte, gelin elbisesiyle, beyaz iskarpinleriyle ve başında taçla gömülmesini istiyor. Tutkulu sahte aşkların peşinde kendini harap etmiş kadın, bir bakire gibi gelinliğiyle gömülüyor. Bu da yine bize, romandaki başlıca karakterlerin sahteliğini, bayağılığını, hakikati hiç önemsemeyen, nasıl görünmek gerektiğini fazlasıyla önemseyen yaklaşımlarını düşündürüyor. Bir de tabii, Charles’ın hiçbir zaman gerçek anlamda karısı olamayan Emma’yı, birliktelik hayallerinin en taze olduğu günündeki haliyle hatırlamak istemesinden de daha doğal bir şey olamaz.

Kat kat olma izleği, romanın biçemiyle de örtüşüyor. Görsel ayrıntıların art arda dizilmesi, şunun ardından bunun gelmesi, şu ya da bu duygunun gitgide yoğunlaşarak birikmesi… Ufkun sonuna vardınız mı, Saint-Jean bayırının yukarıdan aşağı, değişik büyüklüklerde, uzun, kırmızı serpintileriyle çizgi çizgi olmuş, dik yamaçlarıyla Argeuil ormanının meşeleri serilir önümüzde; bu serpintiler yağmur izleridir, dağın boz rengi üzerinde, ince ağlar gibi beliren bu tuğla renkleri de çevredeki pek çok maden suyu kaynağının varlığından ileri gelir.

Ne zaman pastanın üzerindeki çikolatadan sarkan Kupid (Latin mitolojisinde aşk meleği) detayı karşımıza çıksa, ortada sahte bir aşk olduğunu anlıyoruz. Tutkulu bir aşka şahit olacak gibiyiz, ancak bu aşk temelsiz, hakikatten uzak ve sahte. Emma, ikinci aşığı Léon ile Rouen’deki otel odasında buluştuğunda da bronz çalar saatin üzerinde bir Kupid vardır.

Bir de mavi rengi bir izlek olarak görüyoruz. Emma Bovary, yaşadığı aşklardan elbisesine kadar baştan aşağı mavili bir kadın. Rodolphe’un Emma’yı baştan çıkardığı bölümde, Emma’nın uzun mavi peçesi yılan gibi kıvrılarak başlı başına bir roman karakteri olur. Romanın sonuna doğru arsenik de mavi bir şişede karşımıza çıkacaktır. Mavi kavanozu kaptı, tapasını çıkardı, elini daldırdı, ak bir tozla doldurup çekti, ak tozu yemeye başladı. Cenazede de dağ bayır her yeri saran sis mavidir.

Romantik kelimesinin bambaşka anlamları var bu romanda. Nabokov’a göre, kitabın da kitaba konu olan kadının da romantik olmaktan anladığı, en belirleyici özelliği büyük ölçüde edebiyattan (romantikten çok romanesk bir edebiyattan) derlenmiş pitoresk olasılıklar üzerinde yoğunlaşmak olan, hülyalı, hayalci bir zihin alışkanlığı. Emma Bovary akıllıdır, duyarlıdır, az çok iyi eğitim görmüştür, ama boş kafalıdır; çekicidir, güzeldir, incedir ama bunlar ondaki ölümcül philistine’lik eğilimini dışlamaz. Kurduğu egzotik düşler, içten içe genel geçer yargılara dört elle sarılan, geleneksel’i çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran (gelenekseli aşmanın en geleneksek yöntemi de evlilik dışı ilişkidir çünkü) bir taşra burjuvası olmasını engelleyemez.

Nabokov’un, Madam Bovary hakkında değerlendirmeleri çok acımasız. Ben bu duyarlı kadının, kendini, içine hapsolmuş olduğu philistine topluluğunun dışına taşıyacak bir gücü veya iradesi olmadığını, ancak tek arzusunun hep bir şekilde bunların dışına çıkabilmek olduğunu düşünmüştüm. Ve Paris’e gidebilseydi, belki bir şeyleri değiştirebilirdi diyebilirdim. Nabokov’u okuduktan sonra, romandaki en önemli philistine’in belki de Emma’nın ta kendisi olduğuna ikna oldum. Lükse olan düşkünlüğü, işini bilir taşralı özellikleri dikkate alındığında, tutkulu aşklar gibi görünen ilişkilerinin aslında tamamen kendisini avutmak için sığındığı hayaller olduğunu daha iyi anladım. Lükse düşkünlüğü de bu yüzden. Kendi sosyal statüsünü olduğundan daha iyi bir yerlerde görme istediğinin bir sonucu.

Emma’nın çok büyük aşk yaşadığını zannettiği adamların ikisi de serseridir. Aslında Emma’yı gerçekten seven tek kişi kocası Charles’dır. O da philistine’dir, ama aynı zamanda acınacak bir insandır. Onunla tanışacağı zaman, Emma’nın çiftliğine yaklaşırken Charles’ın atı ürker. Adamın sakin yaşamının alt üst olacağını sezmiş gibidir. Charles’ın sevdiği Emma, belki de hayallerinde besleyip büyüttüğü bir fanteziden ibarettir. Onu gelinliğiyle gömdürmek istediğine göre, onu hep evlendiği ilk günkü haliyle hatırlamak istemektedir. Emma’yı Charles’ın gözünden gördüğümüz bölümlerde Emma, zarif, hassas, romantik bir kadın olarak çizilir. Charles Emma’yı farbelalı mavi giysisi içinde zarif tırnakları ve saç biçimiyle görür. Başının eğilişine göre hafiften derinleşen ince bir çizgiyle ayrılan öylesine düz saçları, şakaklara doğru dalgalı bir hareketle gider, arkada gür bir topuzda birleşir. Charles, Emma’nın saçının her kıvrımına hâkim olacak kadar dıştan nasıl göründüğünü iyi biliyor olmakla birlikte, kadının içinde yanan ihtiras ateşine, bu kadarı da olmaz dedirtecek kadar kör ve sağırdır.

Emma, romansların, az çok egzotik denebilecek romanların, romantik şiirlerin bıkmak bilmez bir okurudur. Aşinalık kurduğu yazarların bazıları birinci sınıftır, Walter Scott ya da Victor Hugo gibi. Ama önemli olan, yazarların iyi ya da kötü olmaları değil, Emma’nın kötü bir okur olmasıdır. Kitap okurken heyecanlara kapılır, sığ ve çocukça kendini o ya da bu roman kişisinin yerine koyar. Emma’nın bu romanları okuyuş şekli ve duvarın yonca biçimli nakışları altında, dirsekleri taşa dayalı, çenesi ellerinde beyaz atlı prensini bekleyen şato hanımları gibi yaşamak arzusu ne kadar bayağı olsa da, Flaubert’in anlatımı öyle değildir. Flaubert, kaba saba hatta zaman zaman tiksinç olabilecek detayları sanatsal açıdan dönüştürmeyi, dengelemeyi çok iyi bilmektedir. Nabokov’a göre Flaubert’i iyi yazar yapan özelliklerinden belki de en önemlisi budur. Sonuçta Nabokov da Flaubert gibi bir estettir.

Madam Bovary, gerçekçi ya da doğalcı bir roman değildir. Flaubert romanın kurgusunu kendi vurgulamak istediği philistine yaşam tarzı üzerine oturtmuştur. Bu sebeple de olayların akışında gerçekçilik aramak anlamsızdır. Geceleri uyandığında yatakta karısının tarafını boş bulan Charles’ın durumdan şüphelenmemesi, yöredeki işgüzarlardan birinden bir mektup almaması, Mösyö Homais’in Emma’nın gönül serüvenlerini hiçbir zaman fark etmemesi bu yüzdendir. Bu durum, philistine davranış biçimine de oldukça uygundur. Kendi çıkarları için olmadıkça veya kendine zarar verme ihtimali olan durumlardan kaçınmak için gerçekleri görmezden gelir bu insanlar.

Aslına bakarsanız, bütün kurmaca kurmacadır diyor Nabokov. Bütün sanat aldatmacadır. Bütün büyük yazarların dünyaları gibi Flaubert’in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Kurulan bu dünyada anlatılanları bugünün dünyasına uyarlamak gayet mümkündür. İşte bu yüzden Flaubert zaman ve mekan sınırlamaları dışında bir sanat eseri yaratabilmeyi başarmıştır.

KARE (The Square) Kendinle Yüzleşmelisin

Geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Kare (The Square), İsveçli yönetmen Ruben Östlund’ın son filmi. Turist (Force Majeure) filmiyle önemli bir çıkış yapan Östlund, yine zihinleri zorlayan bir yaklaşımla seyirciyi kendisiyle yüzleştirmek peşinde.

Filmden akılda kalacak olan, elbette maymun adam sahnesi. Bu sahnede, seyirciye -kendinle yüzleş- mesajını doruğa taşımış Östlund. Yemek masalarına oturmuş, gösteriyi bekleyen kibar hanımlar ve beyefendiler başlarına ne geleceğinin farkında değiller. Koltuklarına çakılmış seyirciler de aynı durumda. Bir anda salona, maymun sesleri çıkararak çığlıklar atan garip bir adam giriyor. Konukların bir kısmı tedirgin, başını önüne eğmiş bekliyor. Bir kısmı ise eğlenmeye başlamış bile, alaycı bakışlarıyla, gülmemek için kendini tutmaya çalışan büzüşmüş dudaklarıyla gösterinin tadını çıkarmaya hazırlar. Henüz hiç kimse başına ne geleceğini bilmiyor. Müze yöneticisinin, yanındaki önemli konuğu uyarması gerekiyor. Bu seferki zorlayıcı bir gösteri olacak. Yine de inanamıyoruz. Bu kadar şık ve zarif insanların bir araya geldiği nezih bir akşam yemeğinde en fazla ne olabilir ki?

the_square_still_2_0

Oysa maymun adamın çığlıkları boşuna değil. Gülüşmeler iyice sinirlendiriyor adamımızı. Neden boş boş bana bakıyor ve gülüyorsunuz? Vahşilik hepinizin içinde. Kendi içinize baksanıza. Şık giyinmiş olmanız, zenginliğiniz, entelektüel oluşunuz, sanata destek vermeniz sizi temizleyip paklamıyor, dönüp bir kendinize bakın önce. Ama insanlar anlamıyor. Kendilerini iyi hissetmek istiyorlar. Müzeye onca bağış yapmışlar ve bir akşam yemeğine davet edilmişler. İyi vakit geçirmeyi hak etmiş olmalılar. Bu maymun adam da nereden çıktı? Bizi eğlendirecek herhalde, diye düşünüyorlar. İyi düşünmek, iyi hissetmek istiyorlar.

Sonra gerilim hızla yükseliyor. Maymun adam vazgeçecek gibi görünmüyor. En az benim kadar vahşisiniz, bunu size göstermeden, hatta suratınıza şamar gibi çarpmadan şuradan şuraya gitmem, diyor maymun adam. Ve sergiliyor bu tavrını, salondaki herkesi şok edecek şekilde.

Konuklar arasına katılmış oyuncular rollerini o kadar iyi oynuyorlar ki, şiddetin boyutu olay kontrolden çıktı dedirtecek seviyeye geliyor. Bunun planlı bir gösteri olmaması çok zor ve zaten müze küratörü Christian filmin bir sahnesinde ne yapmak istediğini tam olarak söylüyor. Christian, tam da Östlund’un filmlerinde yaptığını yapmak istiyor: Sergilediği sanat eserlerinin insanları sarsması, kendileriyle yüzleştirmesi.

Filmde Christian, çağdaş sanat müzesinin küratörü, yakışıklı, zengin ve başarılı bir karakter olarak çiziliyor. İnsanlara, dönüp kendinize bakın demeye çalışan Christian’ın kendisi bunu yapıyor mu peki? Belki zorlanarak, bir ölçüde, ama başlangıçta pek de bilinçli değil. O da, akşam yemeğindeki konuklar gibi kendini iyi hissetmek ve biraz eğlenmek peşinde. Başarılı bir yönetici ve iyi bir baba olarak bunu hak ettiğini düşünüyor olmalı. Ama işler, Christian için de beklediği gibi gelişmiyor. Yaptığı yanlışlar daha büyük yanlışlara sebep oluyor, ve yakışıklı küratörümüzün seyirciye bu kadarını da hak etmiyor dedirtecek ölçüde tacizlere maruz kaldığını görüyoruz.

Örneğin, cep telefonunun çalınması sonrasında, bir apartmanın tüm dairelerine, telefonumu çaldığınızı biliyorum, mesajı atması başına büyük belalar açıyor. Bu olayla ilgili olarak ailesinin suçlamasına maruz kalan çocuk bir türlü peşini bırakmıyor. Christian çocuğun ailesinden özür dileyene kadar da bırakmayacağı anlaşılıyor. Çocuk neden bu olayı bu kadar büyütüyor, diye düşünüyor, hatta olup bitene gülüyoruz. Ancak, bir noktada, konunun asıl Christian’ın aklını ve vicdanını rahat bırakmadığını anlıyoruz. Çocuk gittikten sonra bile onun sesini duymaya devam etmesi bu yüzden. Ve sonunda özür dileme noktasına geldiğinde ise, ne çocuğu ne de ailesini bulabiliyor.

Christian’ın Amerikalı gazeteci Anne ile ilişkisinde de benzer bir rahatsızlık söz konusu. Çok iyi tanımadığın kadınlarla sık sık yatar mısın, diye soruyor Anne. Adını bile hatırlamadığın kadınlarla yattın mı, peki, benim adımı hatırlıyor musun? Kadının, aşırıya varan sorularıyla adamı kendi iş ortamında taciz etmesinde, küçük çocuğun Christian’ın peşini hiç bırakmamasına benzer bir abartı var. Konu yine aynı çünkü. Bu durum, aslında Christian’ı rahatsız ediyor. Belli ki, aramak ya da görüşmek istemeyeceği kadınlarla yatması çok da nadir yaşanan bir durum değil. Ve Christian bu durumdan rahatsız, kendisinden rahatsız, aslında diğer birçok konuda olduğu gibi.

Filmde, insanın kendisiyle yüzleşmesi teması tekrar tekrar ele alınıyor. Maymunluktan insanlığa geçebildik mi, böyle olacağımıza maymun kalsak daha mı iyiydi, dedirtecek çağrışımlar var. İnsanlara güvenemiyoruz. Kimse kimseye yardım etmek istemiyor. Ve birbirimizi umursamıyoruz.

Bu konular etrafında dönen filmi, mesajlarının dağınık olması yönünden eleştirmek mümkün. Yönetmen, çağdaş sanatın işlevi nedir, insanlar neden birbirlerine güvenmiyor, güvenmemekte haksız mıyız, neden kimse dönüp kendine bakmıyor, toplumsal hastalıklarımızın kaynağı insanın bencil oluşu mudur, gibi pek çok soru etrafında birbirinden kopuk denebilecek sahnelerde dolaştırıyor seyirciyi. Filmin bütüncül bir yaklaşıma sahip olmadığı, bir çeşit kafa karışıklığının eseri olduğu hissine kapılmamak mümkün değil. Yine de, temelde ele aldığı konu ve kimi çarpıcı sahneleri nedeniyle akıllarda kalacak bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz Kare’nin.

SEVGİSİZ (Nelyubov)

Sevgisizlik Bulaşıcıdır

Dönüş, Sürgün, Elena ve Leviathan filmlerinden tanıdığımız Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Nelyubov) adlı filmi Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Film Ekimi kapsamında gösterilen Nelyubov’da, günümüz Rusya’sında yaşanan bir kayıp hikâyesi anlatılıyor. Zvyagintsev, çoğunlukla yaptığı gibi, bu filminde de toplumsal felaketlerin izini bireysel yaşantıların derinlerinde sürüyor. Adını tam olarak koyduğu gibi, sevgisizlik üzerinden bir toplum eleştirisi getiriyor.

Loveless Picture

Soğuk bir film, Sevgisiz. Daha açılış sahnesinden, size soğuk bir hikâye anlatacağım diyor yönetmen, hazırlayın kendinizi. Filmin başında gördüğümüz okul binasının soğukluğu, zilin çalmasıyla fırlayarak kendilerini o sevimsiz binadan dışarı atan çocukların sesleriyle bir an olsun kırılır. Ormanda dolaşırken bulduğu bir şeridi bir sopanın ucuna bağlayıp ağaç dalına fırlatır çocuk. Orada artık kimsenin gözüne çarpmayacaktır o şerit. Önemine dikkat çekilmesi gereken alanları işaretlemek için kullanılan o şeride kimse dönüp bakmayacaktır. Tıpkı çocuğa kimsenin bakmadığı gibi. En çok göz önünde olması, en fazla özen gösterilmesi gereken çocuk an gelir yok olur. Seyirci olarak bizde bile iz bırakmadan kaybolup gider. Filmin başlarında çok az görürüz kendisini. Sonrasında, boşanma aşamasındaki çiftin kavgaları, yeni sevgilileriyle kendilerine yeni hayat kurma çabaları arasında gittikçe artan gerilim sürerken, peki çocuk nerede, ona ne oldu dediğimizde, aslında çocuğun çoktan beri, belki doğduğundan beri kayıp olduğunu anlarız. Arama timlerinin çocuğu bulup bulamamasının hiçbir önemi yoktur artık. Onu sevgiyle sahiplenecek kimse bulunmadığı sürece çocuk zaten kayıptır ve felaketten felakete sürüklenmektedir.

İşten atılmamak ve kredi borçlarını ödeyebilmek için her şeyi yapmaya hazır görünen baba, aşırı dindar işvereninin ailesi olmayanları kapı dışarı ettiğini bildiğinden, iyi bir aile babası gibi görünmenin her türlü sahtekâr yolunu araştırır da, oğluna babalık yapmayı hiç düşünmez. Bir üst sınıftan sevgilisiyle kendine yepyeni bir hayat kurmanın peşindeki anne ise boşandıktan sonra oğlunu yetimhaneye bırakma fikrinden en ufak rahatsızlık duymaz. Zvyagintsev, belli ki konunun altını iyice çizmek istemiş ve sevgisizliği en uç noktada yaşayan karakterler yaratmıştır. Gittikçe babasına benzediğini düşündüğü oğluna hiç yakınlık duymayan kadının nasıl bu kadar katı olabildiğini anlamamız için anneanneyi kısacık bir sahnede görmemiz yeterli olur. Sevgisizlik, toplumda hastalık yapan bulaşıcı bir virüs gibi yayılmıştır ve yayılmaya devam etmektedir.

Bir ara, 2012 yılının sonuna doğru çılgınca büyüyen, dünyanın sonu mu geliyor tartışmalarına kulak misafiri oluruz. Gerçekten dünyanın sonu mu gelmektedir? Filmi izlerken bundan hiç şüphemiz kalmaz. Dünyanın sonu çoktan gelmiştir. İnsanların bencil ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmediği; sadece statü, para ve kişisel taleplerine odaklandığı bir dünyada, kimsenin kimseyi sevmeyi beceremediği bir dünyada hayat var denebilir mi?

loveless Picture 2Dünyada neden bu kadar çok kötülük var? Leviathan filminde de bu sorunun üzerinde fazlasıyla duran yönetmen, bu filmde de aynı sorunu dert ediyor. Bu yönden bakıldığında, yönetmenin büyük Rus edebiyatı geleneğini takip ettiği söylenebilir. Diğer yandan, Rus edebiyatında örneklerini gördüğümüz karakterler çoğunlukla karmaşık ruh hallerine, zaman zaman belli ölçülerde iyi yönlerini de görebildiğimiz farklı kişilik özelliklerine sahiplerdir. Dostoyevski’den örnek verecek olursak, Raskolnikov gibi genç bir öğrenci veya Karamazov gibi bir toprak sahibi, derinine indikçe kazmaya devam etmek isteyeceğiniz zenginlikte karakterlerdir. Filmdeki ana karakterlerin ise, hakkında konuşmak dahi istemeyeceğiniz kadar sığ insanlar olduklarını görüyoruz. İnsanlar bu kadar mı sığlaştı, yoksa filmi eleştirebileceğimiz bir zayıflık mıdır karakterlerin bu kadar sığ olmaları? Bana göre, her ikisi de geçerli. Evet, günümüzde insanların büyük bir kısmının gittikçe daha da basit düzeyde yaşamaya yöneldikleri söylenebilir. Diğer taraftan, karakterleri biraz daha derinden görebileceğimiz, belki içlerindeki iyiliğin de bir ölçüde var olduğunu, tamamen yok olmadığını hissedebileceğimiz farklı yönleri de ortaya konulmuş olsaydı, film daha da üst perdeden bir anlatıma ulaşabilirdi demek de mümkündür.

Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir. Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.

Yönetmen, Leviathan filminde kapsamlı şekilde ele aldığı devlet kurumlarının çürümüşlüğü konusuna bu filmde de değinmeden geçmiyor. Kayıp çocuğun bulunması için en ufak bir girişimde dahi bulunmadıklarını görürüz polislerin. Olay doğrudan gönüllü toplum kuruluşuna yönlendirilir. Filmde tek iyi ve doğru işleyen yapı ise bu gönüllü organizasyonudur. Belki insanlığa dair tek bir umut varsa, bu umudun gönüllü girişimlerden geçtiğini düşünebiliriz. Filmin hemen her sahnesinde toplumsal çürümenin izleri görülür. Alkolizm, hedonizm, cep telefonuna bağımlılık ve selfie çılgınlığı bir yanda; Ukrayna’da yaşandığı üzere toplumsal travmalar diğer yanda… Evet, günümüz dünyasının bir özetidir gördüklerimiz.

Başında olduğu gibi sonunda da oldukça soğuk bir sahneyle biter film. Rusya soğuğu, kar soğuğu, sevgisizliğin soğuğu… Baştan bir sonraki sahne çocukların neşeli sesleriyle şenlenmiştir, sondan bir önceki sahne ise bize aynı duyguyu tekrar hatırlatır. Çocukların kahkahaları hayatımızdaki soğukluğu kırabilir. Eğer onlara dönüp bakabilir, yeni umutlar yeşertmeyi başarabilirsek.

 

 

 

 

 

L’avenir – Gelecek Günler

Mia Hansen-Løve’ın yönetmenliğini üstlendiği ve annesinin hayat hikâyesinden esinlenerek ortaya koyduğu L’avenir, bir felsefe öğretmeninin hayatından kesit sunuyor. Filmin odağındaki karakter Nathalie, Isabelle Huppert’in hayranlık uyandırıcı performansıyla ete kemiğe bürünüyor.

Ellili yaşlarında bir kadının, yirmi beş yıllık evliliğini bitirmesi, annesini kaybetmesi, kendi hayatlarını kuran çocuklarıyla yollarını ayırması, yayıneviyle ilişkisini sonlandırması, tüm bunlar kısa bir zaman diliminde olup bitiyor. Hayat hepimiz için sürprizlerle dolu. Nathalie için ise uzun yıllar düzenli devam ettikten sonra sürprizlerin hepsi ard arda üstelik ileri denebilecek bir yaşta geliyor. Yaşadıklarının biri bile normal bir insanı sarsmaya yeter. Nathalie’nin her an düşeceğini zannediyorsunuz, ama hayır ama o hep dimdik ayakta. Üstelik hayatındaki değişimleri olabildiğince rahat dengeliyor. İlginç bir karakter Nathalie. Yirmi beş yıllık evliliğini bitirirken, annesini kaybederken üzülmemesi mümkün değil. Ancak bu üzüntüyü asaletle ve sadelikle taşıyor. Ölen annesinin kedisi Pandora’ya sarılıp ağlamasının ardından, nasıl Pandora doğanın içinde kendine yeni bir hayat kurmayı becerebiliyor, uzun yıllar sonra fare avlayabiliyorsa, Nathalie de ileri yaşına rağmen kendine yepyeni bir hayat kurabiliyor.

Değişim, filmin önemli temalarından biri. “Anarşist olmak için fazla yaşlıyım,” diyor bir yerde. “Ben bunları yıllar önce denedim.” Gençliğinde bir dönem komünist olduğunu, üç yıl gibi kısa bir sürede neyin ne olduğunu anlayıp kendine farklı bir yol çizdiğini söylüyor. Belki de bu yaşına kadar pek çok yol denedi ve geri döndü. Kocası ise gençlik yıllarında bile neyin ne olduğunu daha iyi anlayabilmiş olmakla övünüyor. Adam yıllardır değişmemiş. Kant’ın “Yıldızlı gökyüzü üzerimde, ahlak yasası içimde,” deyişini yıllardır kendine motto edinmiş.

Rousseau’dan, Adorno’ya Zizek’e birçok önemli düşünürün kitaplarına ve yer yer kısaca düşüncelerine referanslarıyla felsefeyle iç içe geçen film izleyicisine, sunduğu hikâyenin yanı sıra zengin bir içerik de vadediyor. Laurence Hansen-Løve’ın yazdığı A’dan Z’ye Felsefe adlı kitap da Nathalie karakterinin yazdığı bir kitap olarak konumlandırılıyor. Bir taraftan da artık felsefe kitaplarının satmadığı bir dünyada yaşadığımız gerçeğiyle de yüzleştiriyor. Jelibon reklamına benzer kapak çalışmaları bile kurtaramıyor, pazarda artık yeterince beğeni görmeyen bu kitapları. Nathalie, bu durumu da hayatında değişen tüm diğer şeyler gibi oldukça rahat karşılıyor.

Eşi evden ayrılıp, çocukları kendinden uzaklaşırken Nathalie’nin hayatına eski öğrencisi giriyor. Dağlarda komün hayatı yaşamayı seçen eski öğrencisi Fabian, bir ölçüde Nathalie’nin gençlik ideallerini, geride bıraktıklarını temsil ediyor. Fabian, Nathalie’nin yönlendirdiğinden farklı bir yol çizmiş gibi. Yine de hoca ile eski öğrencisi arasında sağlam bir zihinsel bağ var. Daha öteye de gitmiyor bu ilişki. Ve film bir daha klişeye düşmekten kurtarmış oluyor kendini. Nathhalie’nin Fabian ve arkadaşlarının yapmaya çalıştıklarına bakışı da ilginç. İçlerine girmiyor ama üstten de bakmıyor. Ben bunları yaşadım gördüm diyor, ama gençlerin çabalarını da küçümsemiyor.

Nathalie özgür bir kadın. Bağlı olduğu insanlardan birer birer kopuşu kolaylıkla kabulleniyor. Üzüntüsünü sadelikle yaşıyor. Sevdiklerinden ayrılırken onlara ve geçmişe tutunmaya çalışmıyor, gidişlerini zarifçe kabulleniyor. Eski eşinin yazlık evi, bahçesine ektiği çiçekler bile çok değerli onun için. Yine de adamın kibar davetine rağmen bir daha gelmeyecek oralara.

Nathalie tüm yaşadıklarından, bütün okuduğu kitaplardan, kendisine bir etik belirlemiş ve o etiği içselleştirip kendi yaşam tarzına dönüştürmüş. Felsefenin en temel sorularından “Nasıl yaşamalıyım?” sorusuna kendince bir cevap bulmuş ve o cevap hayatı olmuş. Belki oturup düşünüp hesaplanan sonra da hayata geçirilen bir şey değil, felsefe kitapları arasından kendiliğinde çıkıp Nahtalie ile bütünleşen bir anlayış.

L'Avenir

Nathalie’nin doğayla ilişkisi de önemli. Parklarda ders veriyor, çimlerde yatıp kitap okuyor. Eşinden ayrılırken ona en çok dokunan konulardan biri de eski eşinin ailesinin yazlık evine artık gidemeyecek olması. Bu fırsat devre-dışı kaldığında, eski öğrencisinin dağlarda komün hayatı deneyimlediği evine seyahat ediyor. Hayatta hiçbir şeye tırnak geçirmek derdinde değil. Onları kendiyle oldukları sürece seviyor, zamanı geldiğinde bırakıyor gitsinler. Eski eşi ve çocuklar için de geçerli bu durum, anne yadigarı kedi için de, eski eşinin yazlığındaki çiçekler için de. İnsanlara da bağlanmıyor, hayvanlara da, bitkilere de. Hayatta en çok bağlandığı belki kitaplarıdır ki o konuda bile rahat. Eski eşi üzerine notları bulunan kitabı alıp gittiğinde gidip aynı kitabın yenisini almayı biliyor.

Mia Hansen-Love, L’avenir’de kendi hayat felsefesini ete kemiğe büründürüp yaşamına dönüştürmüş özgürleşme yolunda bir karakteri incelikle ve hiçbir klişeye düşmeden tanıtmış. Gerçekten görülmeye değer sade bir film olmuş L’avenir.

 

 

 

Nerval Etkisi

Epeydir Gerard de Nerval hakkında yazmak istiyordum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın özel evrakı arasında Nerval hakkında Osmanlıca yazılmış yüz sayfalık bir kitap bulunduğunu okuyunca heyecanlandım. Ne zaman çevrilir, ne zaman basılır, nasıl okuyabiliriz, bilmiyorum.

Kaç gündür şu dizeler aklımda:

Bir hava var, uğruna ben bütün Rossini’yi,

Bütün Weber’i ve bütün Mozart’ı veririm

Çok eski bir hava bu, öyle mahzun… ve içli

Ondaki büyülü gizi ancak ben bilirim

Bu dilin, bu ruhun, insanı çarpmaması ne mümkün. Tanpınar’ı da fena halde çarpmış olmalı.

Tanpınar’ın Nerval’den nasıl etkilendiğini şiire bile döktüğünü biliyoruz:

Senlis’de, Mortefon’da

Ermenonvil ormanında

Dalgın dolaştığım gün

Nerval şiirinin rüzgârında

 

Senlis’de Mortefon’da

Gök mavi toprak nemliydi

Ağaçlıklar içinde bir yerde

Kesik kesik öten kuş sesinde

Aurelia ağlar gibiydi

 

Senlis’de Mortafon’da

İki kuğu yüzüyordu sessiz

Kim bilir hangi rüyanın sonu

Nerval’den iki mısra gibi

Suyu çekilmiş Ter çayında

 

Ama Nerval hakkında kaleme aldığı yüz sayfalık metinde neler anlattığını bilmiyoruz.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nı okurken, yazarın Aurielia’dan nasıl etkilendiğini görmek mümkün. Ama bu öyle bir etki ki, Tanpınar’ı gölgesine almamış, aksine onu çok daha yükseklere taşıyacak bir sıçrama etkisi yaratmış. Bana göre her iki metin çok farklı yerlerde, ama kesinlikle çok yukarılarda bir yerlerde duruyor. Her ikisinin de bir rüya metni olması en temel ortak konu. İki metni ayrı ayrı eşelesek, başka ortak detaylar bulmak da mümkün: yıldızlardan inen ruh veya melaike, yazarın kendi kopyasıyla yüz yüze gelmesi gibi, ancak bunlar küçük detaylar bana göre. Belki de asıl ortak konu, her iki metinde de bilinç dışından taşınan imgesel malzemenin olağanüstü estetik bir dille hikâye edilmiş olması.

Umberto Eco, Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti kitabında Nerval’in Sylvie’sini anlatırken şöyle diyor:

Sis sözcüğü çok önemlidir. Gerçekten de Sylvie’nin etkisi, nesnelerin hatlarını kesin olarak ayırt etmeksizin, yarı kapalı gözlerle bir manzaraya bakıyormuşuz gibi, okurun üzerinde bir sis etkisi yaratmak üzere tasarlanmış gibidir. Ancak, nesneler ayırt edilmiyor değildir, aksine Sylvie’deki manzara ve kişi betimlemeleri net, kesin ve neoklasik bir açıklıktadır. Ancak okurun anlayamadığı hangi zaman anında bulunduğudur. Georges Poulet’nin yazdığı gibi ‘Nerval’in geçmişi onun çevresinde bir çocuk halayı gibi dönmektedir.’ Sylvie’nin temel mekanizması, geriye bakışlar ile ileriye bakışların (ya da Genette’in analeks ve proleks adını verdiği anlatısal hareketlerin) sürekli olarak yer değiştirmesine ve bazı iç içe geçmiş analeks gruplarına dayanmaktadır.  

Eco’nun dediğine göre, Nerval’de proleks ve analeks gruplarının sürekli yer değiştirmesi başımızı döndürüyor ve hangi zamanda olduğumuzu unutuyoruz. Belki nerede olduğumuzu unutmuyoruz, belki mekânlar detaylı tasvir ediliyor, gözümüzün önüne seriliyor, ama anılar arasında gidip geldiğimizden bir yerde mekân algımız da belirsizleşiyor. Böyle bir kafa bulanıklığı içinde kendimizi tam bir rüya âlemine girmiş gibi hissediyoruz. Nerval, yazdığı metinlerle bizi şaşırtıcı zenginlikteki kendi düş dünyasına tam anlamıyla almayı başarıyor.

Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları hikâyesinde böyle bir etkiye kapıldığımı söyleyemem. Yani anlatılan rüyaların bu derece içine girebilmiş değilim. Daha çok dışardan izliyor gibiyim. İzledikçe de rüyaların acayipliğine, zengin imgesel gücüne ve anlatım güzelliğine hayran kalıyorum.

T.S. Elliot Gelenek ve Yetenek adlı makalesinde şöyle diyor: “Hiçbir şair, hiçbir sanatçı tek başına tam bir anlam ifade edebilir. Onu anlamak ve beğenmek, geçmişin şairi ve sanatçılarıyla olan bağlarıyla birlikte beğenmektir.”

Tanpınar’ı anlamak ve beğenmek için önce Nerval’i anlamamız gerekiyor demek. Sonra da Tanpınar’ı Nerval’e bağlayan ortak konuların izini sürmeliyiz.

Bir hava var, uğruna ben bütün Rossini’yi,

Bütün Weber’i ve bütün Mozart’ı veririm

Nerval’in bahsettiği hava, Tanpınar’ı da sarhoş etmiş olmalı. Her iki yazarın da eskiye düşkünlüğü, geçmişin izlerinde edebiyat ürettikleri, rüyalarını malzeme ettikleri doğru. Her iki yazarı da okuduğumda bu şiirde bahsedilen havayı kokluyor hissine kapılıyor olmam bu yüzdendir belki de.

Nerval’in ne tür bir rahatsızlığı olduğunu bu günden anlamamız zor. Ama uzun süreler akıl hastanesinde yattığını biliyoruz. Nerval’i Nerval yapan eserleri ağırlıklı olarak bu dönemde ortaya koymuş olması ilginç. Buhran nöbetleri arasında oturup yazdığı metinler, hem çok bilinçli bir kalemden dökülüyor gibi, ama aynı zamanda yazarın deliliğinin izlerini taşıyor.

img_3994Gezgin diyebileceğimiz kadar fazla seyahat etmiş olan Nerval’in YKY’dan çıkan Doğu’da Seyahat adlı eseri de bir o kadar gerçekçi, akılcı ve tarafsız bir dille yazılmış. Konuları oryantalist bir bakışla değil –hele ki o zamanlar için-, nesnel bir bakışla ele alması bu metinleri daha da kıymetli yapıyor. Ayrıca, bu durum Nerval’i daha da ilginç hale getiriyor. Tam bir akıl adamı olduğunu gördüğümüz Nerval’in hayatının son yıllarında delilik nöbetlerinin sıklaştığını görüyoruz. Belki de Nerval’i bir kat daha ilginç kılan ise, yazarın deliliğe doğal bir şeymiş gibi bakması, bu durumdan gocunmadığı gibi belki zenginlik olarak görmesidir. Gerçekten de deliliğini bir malzeme olarak kullanmış, deliliğinin içinden taşıdığı izlenimlerini; efsanelerin, fantastik öykülerin, sembollerin, rüyaların imgelem dünyası içinde olağanüstü estetik bir dille aktarmayı başarmıştır.

Umarım Tanpınar’ın Nerval hakkında yazdıklarına kısa zamanda kavuşuruz. O zaman Tanpınar’ı daha iyi anlayacağız, başka türlü okuyacağız.

nerval ft.jpg

Nocturnal Animals

GECE HAYVANLARI

Gece Hayvanları, moda dünyasından tanıdığımız Tom Ford’un yönetmenlik becerisini sergilediği ikinci filmi. İlkini henüz görmedim, ama bundan sonra mutlaka göreceğim. Pek çok bakımdan başarılı buldum filmi. En çok ilgimi çeken ise filmde okunan roman ile filmin kendi kurgusunun iç içe geçmiş senaryosu oldu.

Orta yaşlarda bir kadının, eski eşinin yazdığı anlaşılan bir roman taslağını posta kutusunda bulmasıyla başlıyor hikâye. Daha baştan, bir geçmişle hesaplaşma olacak gibi görünüyor. Film ilerledikçe, romanda anlatılan hikâyenin kadının kötü bitmiş eski ilişkisinin bir metaforu olduğunu anlıyoruz.

Aslında, romanın hikâyesi ile eski ilişkinin hikâyesi birbirinden ne kadar farklı. O gençlik günlerinde kadın eski kocasını eleştirirken adamın yazdıklarında sadece kendini anlattığını, tatsız ve zor okunan metinler kaleme aldığını, bu şekilde iyi bir yazar olamayacağını söylüyor. Adam ise şöyle düşünüyor: “Bir yazar daima kendini anlatır.”

Adamın yıllar sonra kaleme aldığı romanda şiddet içeren bambaşka bir hikâye var. Gece otobanda seyahat ederken bir serseri grubunun kurbanı olan ailenin dramı anlatılıyor romanda. Yazarın eski eşiyle yaşadıkları ise bambaşka bir hikâye.  Film ilerledikçe birbirinden çok farklı görünen iki hikâyede pek çok ortak duygu durumu olduğunu fark ediyoruz: aldatılmışlık, haksızlığa uğramışlık, yetersizlik, çaresizlik ve intikam arzusu.

Yazarın neler yaşadığını kadının geçmişi hatırlamasıyla gözden geçiriyoruz. Kadının ruh durumunu ise filmde bizzat görüyoruz. Her bakımdan kendini tüketmiş, sinir krizinin eşiğinde bir kadın. Belki filmin başında ne kadar kötü durumda olduğunun farkında bile değil, anlaması için romanı sonuna kadar okuması gerekecek. Bir zamanlar eski eşinin yazarlık hevesini baltalarken kendi ressamlık hayallerini de kökünden yıkmış olduğunu, geriye pek bir şey kalmadığını, filmin sonunda idrak edecek.

Filmden aklımda kalan güzel bir detay: “Bana tecavüzcü derseniz öyle olurum. Bana katil derseniz adam öldürürüm” diyor kötü adam bir yerde. Kötülük potansiyeli gördüklerimizi iteleyerek kötülüğe hapsetmiş mi oluyoruz? Belki o adam için çok geç, ama en başından farklı davranılsaydı nasıl biri olurdu, diye düşünmeden edemiyoruz. Yazar ile ilgili olarak da, daha en başından yazarlık hevesi baltalanmasaydı nasıl olurdu? Böyle bir roman yazmak yerine başka şeyler yazacaktı belki de. Hâlâ yazarlığını tam ispatlayamamış olduğunu anladığımız yazar, bir zamanlar eski eşi kendisine hiç güven duymadığı için mi kendine güvenmiyor?

Filmin kurgusu ile filmde anlatılan romanın kurgusundaki çakışmalar çok hoş bir zenginlik katmış. Tezatlar, paralellikler ard arda geliyor. Birbirine sarılmış yatan çıplak iki ceset ve sonraki sahnede birbirine sarılmış yatan çıplak iki sevgili.

Romandaki intikam ne vahşi bir intikam. Yazarın eski eşinden aldığı intikam çok zarif kalıyor onun yanında. Ama her ikisi de intikam sonuçta. Kadın da içten içe bir hesaplaşma istiyor, bekliyor gibi. Üzerinde intikam yazan tabloyu başköşeye koyması boşa değil.

Yazarlara, bu kitapta kendinizi mi anlattınız diye sorarlar bazen. Bu soruya filmden bir alıntıyla cevap vermek gerekirse, “Bir yazar daima kendini anlatır.” Yine, filmin senaryosundan hareketle şunu söylemek mümkün. Yazar anlattığı hikâye ile öyle bambaşka bir dünya kurar ki, kendi yaşadıklarının izini bulmak hem mümkün hem de imkânsız olabilir.

 

 

nocturnal animals film ile ilgili görsel sonucu

Arayışın hazzı ve tedirginliği

IMG_2486

YALNIZLAR İÇİN ÇOK ÖZEL BİR HİZMET

Murat Gülsoy

Parçalı ve çok katmanlı bir metin Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet. Romanı bitirdiğimde, yere düşüp kırılmış bir aynaya bakıyor gibiyim, her bir parçada ortaya çıkan görüntünün bir diğerindekinin devamı olduğu bir ayna. Ana bölümdeki hikâye de diğer metinler de farklı okumalara izin verecek yapıda. Ancak ben bu dar alanda, tek bir ana izlek üzerinden gideceğim.

Öncelikle orta bölümdeki hikâyeyi psikanalitik bir yorumla -İskender Savaşır’ın psikinaliz seminerlerinin kaçınılmaz etkisiyle- okumaya çalışacağım. Sonra diğer parçaları incelemeyi deneyeceğim.

Janus’un Yalnızlar İçin Özel Hizmeti

Daha hikâyenin başında sıra dışı ismi dikkatimizi çekiyor başkarakterin. Mirat’ın ayna anlamına geldiğini karakterin kendi açıklıyor bize, zira bilinen yaygın bir isim ya da kelime değil bu. Yazarın Karanlığın Aynasında romanını hatırlıyoruz hemen.

İlk başta tanıdığımız Mirat, yalnızlığı, mutsuzluğu hat safhada yaşayan, kaybettiği annesini arayan küçük oğlan. Bu kadar masum ve basit mi? Tabii ki değil. Onu hafife alacak okurlar fena halde ters köşe olabilir. Benden söylemesi.

Bize tanıtılan Mirat, hem toplumsal hem mesleki anlamda kendini tecrit etmiş, yenilenmeye direnmiş bir adam. Yıllardır öğrencilerine hep aynı dersi anlatmış, aynı yerde yemek yemiş, aynı insanlarla sınırlı sosyal ortamlarda bulunmuş. Her ortamda kendini izole etmeyi başarmış, anlamlı sosyal ilişkilerin sorumluluğundan uzak durmuş, evlenmemiş, çocuk sahibi olmamış, bildiğimiz kadarıyla uzun süreli ciddi bir ilişki yaşamamış. Ceketini değiştirme konusunda gösterdiği direnç, değişime inatla karşı duruşunu çok iyi gösteriyor.

Ancak, Mirat’ı yalnız, çaresiz, değişimi reddettiği için yok olmaya mahkûm biri olarak tanırsanız yanılırsınız. O her an herkesi yanıltacak bir manevra planlıyor olabilir. Bu planları satır aralarında aramayın. Hikâye boyunca o yine başta okuru aldatan maskeyi takmaya devam edeceğinden sonradan yapacaklarını tahmin etmeniz zor. Ancak olan olup bittikten sonra onun neden böyle davrandığını anlayabilirsiniz. Mirat’ın dışarıdan hiç de anlaşılamayacak kadar karmaşık biri olduğunu olaylar geliştikçe daha iyi görüyoruz.

Mirat, otoriteye başkaldırmayı beceremeyen, bu yüzden de hep kendi kendiyle didişen,  yenildiğini kabul etmeyen, aslında ben haklıydım demeyi sürdüren biri. Hatta “Yenilmedim, asıl yenen bendim,” deme iddiasında. Babasına, “Evet, anne seni arzuladı, ama asıl istediği, asıl sevdiği hep bendim,” diyor bir şekilde.

Böyle baktığımızda, kahramanımızın, Mehmet Tonguç’un kırıştırdığı söylenen hocayla birlikte olması da hafife alınacak bir olay değil. Tonguç sarhoş olup kendini -dolayısıyla iktidarını- kaybederken Tülin ile sevişen Mirat oldu. O hor görülüp toplum dışına itilmiş adam, bir anda otorite figürü Mehmet Tonguç’u alt etti. Peki, bu nasıl oldu? Yalnız, zavallı, masum oğlan çocuğu bunu nasıl başardı? Bunu için hikâyenin başına gitmemiz gerek.

Mirat’ın Esra’yı içine alması, çok uzun zaman değişime kapalı kalmakta direnmiş birinin, artık tam da dibe vurup çaresizliğin son kertesinde çok büyük bir dönüşümü kabul etmesiyle mümkün oluyor. Uzun süredir biriken suyun bir noktada tüm gücüyle baraj duvarlarını yıkması gibi. Dönüp çöpteki ceketini aramak, yeni ceketinde kendini rahatsız hissetmek. Evet, ama olacak o kadar. Mirat’ın yaşadığı dönüşümün büyüklüğü düşünüldüğünde hafif yan etkiler olmadan öteye gidemiyor geriye dönüş arzusu.

İlk başlarda keyfi çok yerinde Mirat’ın. Masalsı bir güzellik yaşıyor Esra ile. Devasa renkli bir kürenin içine çekiliyordu, kokularla, tatlarla, dokunuşlarla, seslerle dolu bir dünyaya. Bana tam da ana rahmini çağrıştırdı; rahim kadar rahmetli, kayıp cennetin haz dünyası. Bedeninin her yeri, her köşesi uyarılıyordu. Duyularının coşması, birlikte gidilen yemekte her şeyden bol bol yenmesi (oral tatmin), çok yoğun dürtü bombardımanı altında sürekli haz denizinde yüzen bir beden. Birtakım uyarıcı, uyuşturucu maddelerin yaşattığına benzer bir deneyim olmalı. Duyularıyla birlikte hayal gücü de müthiş bir şekilde tetikleniyor. Mirat bambaşka âlemlerde yaşıyor artık, bu dünyadan kopmuş. Beni besliyor, beni esir alıyor, bana ruhunu üflüyor. Besleyen olsa olsa annedir, esir alan otorite figürü olsa gerek, ruhunu üfleyen ise Tanrı. Ana tanrıçadan bahsediyoruz, kayıp cennetin mimarı. Koruyup kollayan gözeten. Mehmet Tonguç çöplüğe fırlatılıp atılmış eski ceketini bir maşayla tutmuş ona doğru sallarken gelip o ele bir tekme atan Esra’dır. Tuncay’a karşı da Esra koruyor Mirat’ı.

Ana tanrıçayla sevişmek az iş değil tabii. Sonrasında nasıl normal bir ölümlü gibi yaşayabilir ki insan. Hep o hazzı istemez mi? Yokluğuna tahammül imkânsız olmalı. Deliliğe veya ölüme götürecek kadar riskli bir yolda olduğunu gördükten sonra bile Esra’dan ayrı kalamaması bu yüzden. Çünkü Esra en basit görünüşüyle annedir, üstelik hayallerdeki anne, ideal anne, ideal kadın. Esra Mirat’ın yüzünde gezdirdi parmaklarını. Şefkatli bir hareket. Bir anne gibi. Annesinin yüzü geldi gözünün önüne. Aslında bunun da ötesinde ana tanrıçadır Esra. Mirat’ın hiçbir zaman gerçek anlamda sevişemeyeceği kadın, zaten o yüzden o kadar mükemmel ve vazgeçilmez.

Mirat Esra mutluluğu bir noktada bozulmak zorunda. Çünkü çocuk anneye yetmiyor, onu tatmin edemiyor. Anne, babayı arzuluyor, onunla birlikte olmak istiyor. Bu aşamada, Esra Mirat’ı, Tuncay’ı bulmaya ve onu da aralarına almaya zorluyor. Mirat öyle bir bağımlılık yaşıyor ki Esra’nın sevgisinden mahrum kalmaya tahammül edemez artık. Üstelik tutunabileceği tek dal, (bir ölçüde annesinin yerine geçen) kız kardeşi de başkasıyla evlenmeye karar verince Mirat için tekrar Esra’nın kucağına düşmek ve mecburen Tuncay’ı da içine almak dışında bir yol kalmıyor.

Tuncay devreye girdiği andan itibaren tüm kontrolü ele alıyor. Mirat var olabilmek için babasını (Tuncay’ı) öldürüp onun yerine geçmeli. İnsanlık tarihinin başından beri hikâyenin böyle yazıldığını Oedipus’tan biliyoruz. Ama Mirat önce öldüreceği babaya benzer, hatta o olur, onun gibi davranmaya başlar. Mirat Tülin ile sevişirken Tuncay’ın libidosu devrededir.

Tülin ile ilişkisinde, Mirat Esra ilişkisindeki anne oğul tadı yok. Biraz o tadı alabilseydi, belki onunla oyalanıp normal biri olabilirdi Mirat. Ama bunu yapamaz. Tülin’le sevişme tamamlandığında Mirat onu Mehmet Tonguç’un elinden almıştır. Bunu ancak Tuncay’ın yardımıyla başarmış olsa da, hileyle de olsa zafer kazanılmıştır, düşman toprağı fethedilmiştir. Artık Tülin’in Mirat için ilginç olabilecek bir yönü kalmamıştır. O hep Esra’ya dönmek isteyecek, ona hiçbir zaman sahip olamayacağını kabul etmeyecektir.

Büyüyü ne bozdu? Esra anımsandığına geri geliyor. Ama artık eskisi gibi değil. Mirat hikâyenin yalan olduğunu kabul etti mi? Siyah sayfanın anlamı bu mu?

Zaman akıyor. Akıyor zaman.

Duruyor zaman. Zaman duruyor.

Yok zaman.

Siyah.

Mirat ölmedi. Zihnindeki Esra da ölmedi. Yine de sihir bozuldu artık. Esra’nın ana tanrıça olamayacağı anlaşıldı. Mirat, artık beni unutmalısın. Çünkü kafanın içinde ölü bir kadınla yaşayamazsın.

Ama siyah madde hep orada. Ondan her an yeni Esra’lar doğabilir. Mirat’ın muhayyilesinin tetiklenmesine bakar. Belki Esra’dan bile daha muhteşem bir ana tanrıça çıkabilir o maddeden.

Önsöz Sonsöz ve Ekler

Orta bölümdeki hikâyeyi böyle okuduktan sonra tekrar romanın başına ve sonuna bakıyorum. Borges’i, Tanpınar’ı ve Nerval’i düşünüyorum. Her bir yazarın dünyası öyle büyük derya deniz ki nasıl bir araya gelebilirler? Ama geliyorlar işte. Romanın kurgusal yazarının zihninde hepsine çok geniş yer açıldığı çok belli.

Önsöz’deki Borges’e mektup babaya mektup gibi. Nerval’in yediler betimlemesinde ifadesini bulan bağlı olduğuna inanabileceği bir köken, bir soyağacı arayışını düşündürüyor. Kendi kökünün bağlı olduğunu düşündüğü kimselerin (baba figürüne karşılık gelen yazarların) onayı aranıyor gibi.

Nerval’in, Faust’un bir bölümünü çevirdiği aklıma geliyor. Marcel Proust’un Nerval’in çocukluk anılarını ve geçmiş arayışını dile getiren Sylvie’sinden çok etkilendiği okumuştum bir yerde. Tanpınar’ın Proust’a, “Derin tahlil Proust ile başlar,” diyecek kadar değer verdiğini bir zaman not almıştım. Diğer taraftan Borges’in ateşli bir hastalıktan sonra o lezzetine doyulmaz kısa öykülerini yazmaya başlaması ile Nerval’in sinir krizleri geçirmeye başladıktan sonra ortaya koyduğu eserlerle edebi yeteneğini zirveye taşıması ilginç. Ayrıca Borges de Nerval gibi Doppelganger’ının peşinden gidiyor yazdıklarında. Tüm bunları hatırlayınca bu yazarların aynı edebiyat tarikatını takip ettiklerini, ürettikleri eserler vasıtasıyla birbirine el vermiş müritler gibi olduklarını, gerçek hayatta bir araya gelmeseler bile düş dünyasında her daim birlikte olduklarını düşünüyorum.

Platon’un mağarasından çıkmak ancak muhayyile gücüyle olur, demişti Dücade Cündioğlu. Rüya, ikinci bir yaşamdır, diyen Nerval de, yazının yönetilen bir rüya olduğunu söyleyen Borges de hep o mağaranın dışında dolaşmışlar, tekrar o sahte gölgelerin oynaştığı karanlığa girmeyi hiç istememişler sanki. Herkes bilir ki, sık sık, çok canlı bir parlaklık sızsa da, rüyada asla güneşi görmeyiz. Çünkü Platon’un da söylediği gibi gördüğümüzü zannettiğimiz güneş hakiki güneş değil. Beni bu akşam bekleme, çünkü gece siyah ve beyaz olacak. Rüyalar siyah beyazdır çünkü. Nerval’in ölümü talihsiz bir ölüm müdür? Bizler için kesin öyle. Ama kendisi hep özlediği, hep olmak istediği o rüyalar âlemine karışmış, Aurelia’sına kavuşmuştur diye düşünmek istiyorum. Tanrıça bana şunları söyledi: “Meryem neyse ben de oyum, annen neyse ben de oyum, tüm şekiller altında sevdiğin kimler varsa oyum.”

Bir de zamansızlık kavramı var. Rüyalarda zaman yok. Bilinçaltında zaman yok. Nerval’in (diğer yazarların da) birbiriyle döngüsel ilişki içindeki rüyalar, imgeler ve semboller dünyasında zaman yok. Phthagorasçı dairesel bir zaman içinde varlıkların çeşitli tenlere bürünebileceğini düşündüren şiirsel bir anlatım var. Mirat’ın hikâyesi böyle bir düşünceden mi ilham aldı?

Aynı yerlerde dolaştığını hissettiğimiz Tanpınar’ın da geçmişin hatıralarında aradığı bütünlük hissi, her zaman kendinden bir adım ötede hissettiği hakikati yakalama çabası benzer bir hayalde birleşiyor olabilir mi? Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın, Parçalanmaz akışında.

Tüm bu yazarları ve onları sürekli zihninde taşıyan ve bu romanda bir araya getiren Gülsoy’u da, bilinçaltının labirentlerine dalmaya ve gerçek hayatta izini bulamadığı o erişilmez, vazgeçilmez, olağanüstülüğün peşine düşmeye yönlendiren aynı müphem hülyadır muhakkak. Beni içine çekmek isteyen ayartıcı yeryüzünden çıkıp gidebilseydim yıldızlara…

Romanın sonsöz kısmında Nerval tam merkezde. Zihin bir bütündür. Mirat’ın zihnindeki Esra’yı tam ayrıştıramaması gibi, sonsözün yazarı da zihnindeki Nerval’i tam ayrıştıramıyor. Zaten bu bölümde hep peşinden gittiği adam Nerval değil mi? Ama o da bir noktada kendisi oluyor. Nerval’in Doppelganger’ının peşinden gitmesi gibi.

Nerval’in Aurelia’sından ayrı düşmüşlüğünün yaşattığı acıya benzer bir acıyı sonsözün kurgusal yazarı da yaşıyormuş gibi görünüyor. Tanrım lütfen yanlış anlaşılmama izin verme şarkısıyla başlayan metinde, suçluluk duygusunun kokusunu alıyoruz. Tıpkı Nerval’in Aurêlia’sındaki gibi. O seçkin koca, o utku kralı yargılıyor, suçluyor beni. İnsanüstü bir imgeye layık olmak zor. Onu hep yanında tutmak ne mümkün. Elimi uzatsam tutabileceğim birileri az önce buradaydı ama şimdi yok.

Aurelia’nın kanlı canlı gerçek bir insan olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kadının yüzü aydınlatıyordu her yeri ve yokluğu acıtıyordu. Aurêlia… Bir tanrıçaya yakışacak bu güzel yüze baktıkça aklımın içinde eski benden uzaklaşıyor, ötekine dönüşüyorum. Aurelia Nerval’in zihninin tek hâkimi, Mirat’ın Esra’sı gibi. Yine de bir annenin elini özlüyorduk. Avucunun içinde bir göz olsun, bizi kötülüklerden korusun diye.

Özlenen peşinden gidilen anne imgesi, ana tanrıça özlemi, edebiyatçılar için süblime bir faza geçmiş, entelektüel yaratımla kendini ifade yolu aramıştır muhakkak.

Nerval’in edebiyat hayatına ilk adım attığında çevirilerini yaptığı Goethe ile bitirmek istiyorum: Bütün fani olaylar sadece birer imgedir. Ebedi dişi bizi ötelere çağırıyor.