Category Archives: Film Yazıları

Film Yazıları

Kör Kuyuları İnatla Kazmaya Devam Edenlerin Hikayesi: AHLAT AĞACI

      Ahlat ağacını çoğumuz filmin adıyla öğrendik. Şekilsiz bir ağaç olduğu doğru, ancak neden uyumsuz dendiğini ilk başta çözemedim. Kuraklığa ve susuzluğa çok dayanıklıymış. Meyvesi yaban armudu, tatlı, ancak zor çiğnenir, yutulur cinstenmiş. Ağacı tanıtan sıfatlar bize filmi de tanıtıyor, filmin ana karakterlerini de, hatta filmin geçtiği coğrafyayı da. Ağacın film ile öyle güçlü bir sembolik bağı var ki, belki de bu yüzden akışta kendisine çok fazla yer verilmemiş. Sadece son sahnede İdris onun uyumsuz, yalnız, şekilsiz bir ağaç olduğunu söylüyor. Bir ağaç nasıl uyumsuz olabilir? Anlıyoruz ki İdris kendini çoktan ağaçla özdeşleştirmiş.

   

     İçinde yaşamayı seçmediği, beğenmediği, hatta nefret ettiği, kendisine gelecek sunmayan, umarsız, çıkışsız bir coğrafyada yaşamaya mahkûm bir gencin hikayesi anlatılıyor filmde. Ahlat ağacına uygun bir coğrafya burası. Belki de bu yüzden meyveleri gibi insanları da kolay yenilir yutulur cinsten değil. Bugünün Türkiye’sini konuşuyoruz aslında. Diplomalı genç işsizlerin vatanı. Hepimiz aynı hikâyenin oyuncularıyız. Nuri Bilge Ceylan da -özellikle gençliğinde- benzer sıkıntılar yaşamış; senaryonun yazarlarından Akın Aksu, sayısını bilmediğim diplomalı işsiz genç, atanamayan öğretmenler, kitabını bastıramayan yazarlar, sanatını icra edemeyen sanatçılar, sosyal haklardan mahkûm bırakılan kadınlar, kendini gerçekleştirme imkânı bulamayan herkes, hepimiz bu coğrafyanın kuraklık şartlarına maruz kalıyoruz bir şekilde.

     Okulunu bitirip doğup büyüdüğü topraklara dönen Sinan’ın öğretmen olup olamayacağı belli olmadığı gibi, bunu isteyip istemediği de meçhul. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sıkça rastladığımız üzere kayıtsız ve bezgin bir karakter Sinan. Tam da bu yüzden, kitabını bastırabilmek için neler yaptığını gördüğümüzde onun asıl arzusunun yazarlık olduğunu anlıyoruz. Ne var ki, aşkın, sanatın, düşüncenin yeşermesine imkân vermeyen bir coğrafyada yaşıyor Sinan. Bu yüzden de görüşlerine değer vermediği, kendilerine saygı duymadığı adamlarla muhatap olup onlara kitabının bir değeri olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bir yandan öfkesini zorlukla bastırmaya çabalarken lafı gediğine oturtmakla alttan alıp karşısındakine hoş görünmek arasında gidip geliyor. Tüm özverilerine rağmen bu genç yazarın kitabını yayımlatması imkânsız gibidir. Belli ki bunun için bir bedel ödenmesi gerekecektir.

     Bu aşamada Sinan trajik bir seçim yapmak zorunda kalır. Genç sanatçının yazarlık arzusuna kavuşabilmek için babasına ihanet etmekten başka çaresi kalmaz. Babanın ganyan tutkusu uğruna kendisini bitirip tüketmiş olması bir yana ailesini de felakete sürüklemiş olması, Sinan’ın ihanet kararı almasını kolaylaştırır ve bir ölçüde trajedinin boyutunu hafifletir. Babasından canı fena halde yanan Sinan onun en fazla canını yakacak hamleyi yapar.

     Ancak, iş, kitabı yayımlatmakla bitmez. İlgi çekmeyen kitabı kimse okumak istemez. Kitabın basılı halini gördüğünde oğluyla gurur duyan, ilk defa dokunaklı konuşmalar yapan annesi bile biricik oğlunun kitabını okumazken, kitapçının satılamayan tek kopyayı depoya kaldırmasını anlayışla karşılamak gerekir. Doğal olarak Sinan merak eder. Daha başka ne yapması lazımdır yazdıklarıyla, düşündükleriyle dikkat çekebilmek için. Kitapçıda sıkıştırdığı taşra yazarından öğrenmeye çalışır bunun formülünü. Hayatla yapamadığı hesaplaşmayı adamcağızla yapmaya kalkar. Yazarlığını beğenmediği, işlerini takdir etmediği adamın yerinde olmaya can atıyordur aslında. Çünkü yazdıkları okunsun, görüşleri dinlensin, tartışılsın istemektedir.

     Benzer bir durum da eski okul arkadaşı Hatice ile yaşanır. İnsanları sevememekten mustarip Sinan’ın Hatice’yi sevmesi zor. Ancak her sağlıklı genç erkeğin yapmak isteyeceğini -genç ve güzel bir kadınla birlikte olmayı- o da ister elbette. Hatice, başlangıçta Sinan ile hafif flört peşinde gibidir. Ama Sinan’ın bölge insanına dair görüşlerini -bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen hoşgörüsüz insanlar- öğrendiğinde bir anda tavrı değişir. Hatice de her kadın gibi beğenilmek ister. Sadece dış görünüşüyle değil hayalleriyle düşünceleriyle bir bütün olarak. Sinan’ın aslında kendisini beğenmediğini fark ettiği anda da intikam almaktan geri kalmaz. O kısacık sahnede Hatice’nin karakterini – kurnaz, cesur, maddiyatçı, fırsatçı, acımasız- o kadar iyi tanıyoruz ki, ne kadar muhteşem bir sahne olsa da filmde Sinan Hatice macerasının devamına ihtiyaç hissetmiyoruz.

     Ahlat Ağacı, sinema sanatı için ulaşılması çok zor, ancak çok iyi romanlarda örneğini görebileceğimiz seviyede karakter tahlilleri ile Nuri Bilge Ceylan sineması içinde dahi farklı bir yerde duruyor. Paradoksal bir şekilde hem sevgi hem de nefretten beslenen kaotik ilişki biçimleri Nuri Bilge Ceylan sinemasının huzursuz karakterlerinin ortak özelliğidir. Karakterlere derinlik kazandıran, onları anlamamızı zorlaştıran, ama aynı zamanda çok sahici kılan bu karmaşa, birbirinden uzak insanları ayrıştırılması imkânsız düğümlerle sımsıkı bağlayan karışmış bir yün yumağı gibidir. Ancak karakterleri her yönüyle ve en fazla derinliğiyle ele alan Rus Edebiyatı’nda örneklerini bulabildiğimiz zevki bize sinemada da tattırır.

     Filmde bu derinliği en fazla baba oğul ilişkisinde görüyoruz. Babasını hem seven hem de ondan nefret eden oğul, kendine büyük şehirde yazarlık kariyeri çizmek istiyor ama bir taşra öğretmeni olan babasının kaderi, onu uzaklaşmaya çabaladıkça daha fazla kendine çekiyor. Her zaman güler yüzlü ve sakin, çiçeklerden kelebeklerden konuşmayı, olgun laflar etmeyi seven bir şairdir İdris. Kasabada herkese borç takan, ganyan tutkusuyla hem etrafın hem de ailesinin saygısını yitirmiş adam bu adam olamaz dedirtir izleyiciye. Gençliğinde idealist bir öğretmenken hem entelektüel hem de sanatsal kapasitesi olan, toplumun saygısını kazanmış pırıl pırıl bir adammış İdris. Bunu annenin anlattıklarından biliyoruz, ancak gelinen noktada oğlunun parasını çalabileceğinden bile kuşku duyduğumuz kifayetsiz, düşkün bir adam var karşımızda. Böylesine tezatları içinde barındırma konusu, başka Nuri Bilge Ceylan filmlerinde de karşımıza çıkar. Kış uykusunda örneğin. Tanıdıkça sevmeye başladığınız karakter öyle şeyler yapar ki bir anda ondan nefret edersiniz. Sürekli onları sevmek ile nefret etmek arasında gider gelirsiniz. Tıpkı filmdeki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinde olduğu gibi.

     Oğulun türlü güçlüklerden geçmesine rağmen hiçbir aşama kaydedemediği yazarlık kariyeri, babanın yıllarca kazmaya devam ettiği kuyudan su çıkaramamasına benzer. Her ikisi de toplumun olmaz dediği, beyhude çaba olarak gördüğü işlere takıntılı bir şekilde emek vermeye devam etmektedir. Belki de bu coğrafyanın insanının olmayacak işleri oldurmaya çalışmaktan, kör kuyuları inatla kazmaya devam etmekten başka çaresi yoktur. Toplumun geneli o işten bir şey çıkmaz anlayışında, kendine rahat bir köşe bulma hevesindeyken, umarsız işlere ısrarla emek vermeye devam edenlere büyük saygı duymak gerekir belki de. Zengin koca ile evlenip evde oturmak isteyen Hatice’nin, imamlığın tüm nimetlerinden rahatlıkla faydalanıp başkasının ağacından elma koparmakta, yaşlı insanların altınını ödünç alıp iade etmemekte hiçbir yanlış görmeyen cami hocalarının, çıkarı için belediyenin bastığı tanıtım kitaplarına para ayırıp da Sinan’ın kitabına destek olmayan, acınası raflarında birkaç kitap var diye entelektüel havalarına giren kumcunun yaptığını yapmak en akıllıcası, en kolayı, en avantajlısı. Bu yaşına gelmişken neden hala çocuk (başkasının çocuğu!) bakmak zorunda kaldığından şikâyet eden, oğlanın kitabının basıldığını öğrendiğinde bir an coşup sevinen, sonrasında kitabı okumaya gerek dahi görmeyen, gençliğinde belki de şair olduğu için duygusal sebeplerle İdris’i kendisine uygun eş olarak seçip sonrasında bu şanssız evlilikten kendine çıkış yolu bulamayan anne ise fırsatçılar arasında sayılmasa bile bezgin ve kendini koyuvermişler arasına kolaylıkla girecektir. Filmdeki bu tiplerin her biri bugünün Türkiye’sinden çeşitli simaları getiriyor gözümüzün önüne. Gençliğinde idealist bir öğretmenken sonrasında düşkün bir adama dönüşen İdris de belki cumhuriyetimizin nereden nereye geldiğinin çok iyi bir alegorisi.

Üzerine sayfalarca yazı yazılacak, sabahlara kadar konuşulacak bir film Ahlat Ağacı. Tüm iyi filmlerde olduğu gibi tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran, üzerine düşündükçe farklı yönlerini görebildiğimiz bir film. Sanatını zamanla iyice olgunlaştırmış olan yönetmenine adeta meydan okuyor. Daha iyisini yapmak mümkün mü? Oldukça zor.

Nabokov’un Gözünden Mansfield Park

Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Bu yazıda, Nabokov’un Mansfield Park incelemesini ele aldım.

1957 EDEBIYATDERSLERI.indd

Kitapta, bahsi geçen romanlar en ince detayına kadar Nabokov ile birlikte okunuyor ve inceleniyor. İlk aldığımız ders, detayları sevmenin önemi üzerine. Eserin sanat değerinin detaylarda gizli olduğunu, bu değerin tadına varabilmek için romana bir iz sürücü gibi yaklaşmak gerektiğini, ipuçlarını koklamanın, roman boyunca izini sürmenin, detaylar üzerinde düşünmenin önemini anlıyoruz. İkinci kritik ders ise, genel geçer yorumlara, basma kalıp görüşlere prim vermeyip kendi öznel değerlendirmemizi yapmamızla ilgili. Özellikle klasik eserler yıllardır okunup değerlendirildiği, bazıları defalarca filme aktarıldığı için, romanla ilgili, hatta başlıca karakterler hakkında ister istemez toplumsal bir görüş oluşuyor. Bazen farkında dahi olmadan bu görüş bilincimize sızabiliyor, kendi görüşümüzmüş gibi içimize yerleşebiliyor. Bu durumda, romanı ezberden okuyup ezberlenmiş değerlendirmeleri yapma riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Oysa Nabokov, “bir sanat eserinin her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız” anlayışında. Bu dünyayı olabildiğince yakından incelemeli, bu dünyaya tamamen yeni bir şeymiş gibi yaklaşmalıyız.

Nabokov’un Mansfield Park okumasına baktığımızda, romanı “kılcal damarlarına” kadar incelediğini, tüm tarihleri not alarak olayların akışıyla eşleştirdiğini, mekanları tasavvur ettiğini, belli başlı sahnelerin geçtiği yerlerin haritasını çıkardığını görüyoruz. Nabokov, bu çalışmayı titizlikle yürüttükten sonra romanı yorumlamaya başlayarak, iyi okur olmayı hedefleyenlere önemli bir ders vermiş oluyor.

mansfield park resim.jpg

Sözkonusu eser Jane Austen’ın Mansfield Park’ı olduğunda, biraz da “antikacı” özeni ve hassasiyeti devreye giriyor. Nabokov’u, Mansfield Park okuması yaparken elinde bir büyüteçle hayal etmek mümkün. İncecik kanatlı hassas kelebekleri incelerken gösterdiği özeni, Mansfield Park’ı okurken de göstermiş olmalı. Üstelik Jane Austen’ın üslubu, Nabokov’un özellikle kendini yakın hissettiği bir üslup değil. Bunun böyle olduğunu yorumlarındaki birtakım ifadelerden anlayabiliyoruz. “Onun nazik desenleriyle, pamuk içinde yatan yumurta kabukları koleksiyonuyla belli ölçüde eğlendik. Ama bu eğlence zorlamaydı. Belli bir ruh haline girmemiz, belli bir şekilde odaklanmamız gerekti. Şahsen, porselenden ve küçük sanatlardan hoşlanmıyorum ama bazen kendimi, yarı şeffaf değerli bir Çin porseleni parçasına bir uzmanın gözleriyle bakmaya zorluyorum.” 

Bu durum, Nabokov’un Mansfield Park’ı okurken verdiği emeğin değerini daha da ortaya çıkarıyor. Okur açısından üçüncü önemli derstir bu. Bir yazarın üslubunu sevmemeniz, yaklaşımını kendinize yakın hissetmemeniz o eserin değerini düşürmez. İyi bir okur, her durumda iyi bir eserin hakkını verecek bir okuma yapabilmelidir. Nabokov’un, Jane Austen’ın kompozisyonunu biraz “örümceksi” bir tavırla ortaya koyduğunu düşünüyor olması, onun sanatçı dehasını görmesine engel değil. Kısacası, iyi bir sanat eserinden zevk alabilmek için ön yargılarımızı ve hayat görüşümüzü bir kenara koymayı bilmeliyiz. Aksi taktirde, kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz, bu da bizi dar görüşlü yapar veya gerçekte dar görüşlü olduğumuzu ortaya koyar.

Mansfield Park incelemesine gelecek olursak, Nabokov romanın tam bir peri masalı olduğunu söylüyor. Ama zaten ona göre tüm romanlar bir anlamda peri masalıdır. Bununla birlikte Nabokov, Austen’ın tavır ve malzemesini eski moda, yapmacık ve gerçekdışı görmenin kötü okurun düşeceği bir yanılgı olduğu görüşünde. İyi bir okur, kitaplardan bahsedildiğinde, gerçek yaşam, gerçek insanlar gibi unsurların anlamsız bir yaklaşım olduğunun farkında olmalı.

İyi romanlardaki ilk cümle (iyi filmlerdeki ilk sahne gibi), etkin okur için çok önemlidir. Bu ilk cümleden, romanın neyi mesele ettiğini, hangi konuyu deşmek istediğini, yazarın üslup ve yaklaşımını görmek mümkündür. Mansfield Park’ın ilk cümlesine bakalım: “Otuz yıl kadar önce Huntington’lu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu halde, başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikânesinin sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine âşık etti ve böylece bir ‘baronet karısı’ konumuna yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

Bu ilk cümleden romanın sınıf mücadelelerini, evlilik meselelerini ele alacağını, aşk ilişkilerinin romanın merkezinde olacağını söylemek mümkün. Ayrıca, yazarın bu konulara ironik bir üslupla yaklaştığını, toplumla hafiften dalga geçerek okuru eğlendireceğini de ilk cümleden hareketle sezebiliriz.

Nabokov, tüm roman incelemelerinde yaptığı gibi, yine tarihleri not alarak başlıyor işe. Mansfield Park’daki balonun 22 Aralık Perşembe günü düzenleniyor olmasından hareketle,  romanın örgüsünde zirve diyebileceğimiz olayın 1808 yılında gerçekleşmiş olabileceğini, eğer böyleyse, o tarihte Fanny Price’ın on sekiz yaşında olması gerektiğini, çünkü kızın malikaneye 1800 yılında on yaşındayken gelmiş olduğunu tespit ediyor. Bu tarihleri tam olarak belirlemenin romanın sanatsal değeri açısından ne önemi var bilmiyorum. Belki bu roman için çok da önemli değil, ama önemli olabileceği durumlar da olabilirdi. Nabokov, hep aynı sistematik yaklaşımla ilerlediği için, ilk başta kronolojiyi çıkarıp bakıyor. İkinci olarak baktığı ise, mekân isimleri. İngiltere’nin göbeğinde Northampton diye bir yer var, ancak Mansfield Park diye bir yer yok. Bu meseleleri hallettikten sonra romanın yaklaşımını, neyi nasıl anlattığını incelemeye geçiyoruz. Nabokov’un deyimiyle, “bir nevi makine aksamını çözme işi” yapacağız.

Jane Austen, dört tane karakterleştirme yöntemi kullanmış. İlk yöntem, Austen’in alaycı zekâsını, cevherini bolca ortaya koyan doğrudan tasvir: “Kendisinin ve oğlunun kaygılarından başka hiçbir şeyin sonucunu düşünmeyen, iyi niyetli, medeni, sıkıcı ve kendini beğenmiş bir kadın olan Mrs. Rushworth de, Leydi Bertram’a, ille Sotherton’a gelsin diye ısrar etmekten henüz vazgeçmemişti. Leydi Bertram onun çağrısını her seferinde geri çeviriyordu, ancak davranışı öyle yumuşaktı ki Mrs. Rushworth aslında onun gelmek istediğini sanıyordu.”

İkinci yöntem, doğrudan alıntılanan konuşma. Yalnızca konuşanın ifade ettiği fikirler değil, aynı zamanda konuşma biçimi, hal ve tavırları ile konuşan karakteri okuyup canlandırmak okura düşüyor. Okur eldeki malzemeyi toplayıp kendi zihninde karakteri canlandırıyor. Bazen karakterin ne söylediğinin çok da önemi yoktur. Ancak neyi nasıl söylediği, seçtiği kelimeler, cümle kuruş şekli bize karakterle ilgili pek çok ipucu verir.

Üçüncü yöntem, aktarılan konuşma üzerinedir. Konuşma, karakterin davranış tarzını alıntılıyor veya bir tasvirini ima ediyor. Mrs. Norris’in, “Hiç kimse bolluğu, misafir ağırlamayı benim kadar sevmesin, eli sıkılıktan benim kadar iğrenmesin!” cümlesinden kadının eli sıkı olduğunu, maddi konulara verdiği önemi çıkardığımız gibi, hafif dobra ve yüksek sesle konuşan gürültücü bir kadın olduğunu da anlıyoruz.

Dördüncü yöntem ise karakterden bahsederken onu taklit etmek. Genelde bir karakter diğerine bir başkasını anlatırken bunu yapıyor. Böylelikle karakterlerin birbirleri hakkında ne düşündüğünü de anlamış oluyoruz.

Austen, karakterleri öyle sağlam kurmuş ki, onlar yaşamaya başladıklarında olayların akışına da neredeyse kendiliğinden yön verilmiş oluyor. Örneğin, Mrs. Norris’in karakteri, yardımsever görünmeye çalışan, ancak bunu yaparken cebinden tek bir kuruş çıkmayacağına emin olmak isteyen bir yapıda olduğundan, Fanny Price’ın evlat edinilmesi fikrini ortaya atan ve sonuna kadar destekleyen kişi de kendisi oluyor. Ancak Fanny’nin kendi yanında kalmasını hiçbir zaman istemeyeceğinden de onu kız kardeşinin evine, Mansfield Park’a yerleştirmek de kendisine düşüyor. Böylelikle karakterleştirme yapıya dönüşüyor; romanın yapısı doğallıkla ortaya çıkıyor.

İlk bölüm bittiğinde, ana karakterleri az çok tanımış ve romanın yapısı hakkında fikir sahibi olmuş durumdayız. İlerleyen bölümlerde Austen, çok sayıda karakteri belirli bir mekân içinde dolaştırıp konuşturarak kişilik çatışmalarını ortaya koyuyor ki bu çatışmalar olayların gelişimini de beraberinde getirerek kurguyu doğal bir akışa kavuşturuyor.

Romanın akışında belirli temalar etrafında sahneler kuruluyor ve karmaşık ilişkiler ortaya dökülüyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fanny Price sanki yazarın romandaki temsilcisi gibi; olayları çoğunlukla onun bakış açısından izliyoruz, bir taraftan da olayların onu nasıl etkilediğini, olgunlaştırdığını görüyoruz. Önce at teması etrafında, Edmund’un Fanny’nin atını Mary Crawford’un kullanımına vermesiyle ilk üçlü kurulmuş oluyor. Romanın devamında da iki kadının bir erkeği paylaşamaması veya iki erkeğin aynı kadını paylaşamaması tarzında üçlü ilişkiler bol bol karşımıza çıkıyor.

Romanın önemli temalarından birine sahne olan Sotherton’da üçlülerin kendi aralarındaki çekişmeleri zirveye ulaşıyor. Sotherton kaçamağında, Edmund, Mary Crawford ve Fanny; Henry Crawford, Maria Bertram ve Rushworth; Hery Crawford, Julia Bertram ve Maria Bertram adeta köşe kapmaca oynuyorlar. Özellikle bu bölümde roman bir tiyatro oyunu gibi ilerliyor.

Bir diğer önemli tema olan tiyatro hazırlıklarında ise artık köşe kapmaca ve kıskançlıklar hat safhadadır. Aşıkların Yemini oyunu Nabokov’a göre aptalcadır, ancak Austen bu oyunu karakterlerine rahatça dağıtabileceği için seçmiştir. Bu oyundaki kadın karakterler asil bir İngiliz genç kızı için uygun değildir. Ancak bunun böyle olduğunu düşünen sadece Fanny ve papaz adayı Edmund’dur. Yazarın da aynı görüşte olduğunu düşünmek zor değil. Ancak bu sahnede artık işler kontrolden çıkmış, herkes kendi sınırlarını aşmıştır. Öyle ki, Julia’nın oyunda rol almaktan vazgeçmesine, Edmund’un kendisiyle ilgili tüm sınırları zorlayarak oyunda rol almayı kabul etmesine ve Mrs. Norris’in çocukların Sir Thomas’ın itiraz edeceği tüm isteklerini yerine getirmesine şahit oluruz. Ortalığı toparlamak, tekrar dirlik ve düzene kavuşturmak içinse Sir Thomas’ın işlerini denetlemek üzere gittiği Antigua seyahatinden dönmesi gerekecektir.

Sir Thomas’ın dönüşü, nihayet Fanny’nin yıldızının parlamaya başladığı dönemin başlangıcına işaret eder. Diğer çocuklarının kontrolden çıktığını, Fanny’nin ise hep akıllı ve sağduyulu davrandığını gören Sir Thomas, Fanny’yi kayırmaya başlar. Genç kızın, on sekiz yaşını doldurmasıyla olgunlaşıp güzelleştiğini ve Henry Crawford’u kendine âşık ettiğini görürüz. Artık kimin kime âşık olduğu, kimin kiminle evleneceği yarışında oyuncular kulvar değiştirmiştir.

Kurgunun tutarlılığı bakımından Fanny’nin Edmund gibi donuk birine âşık olmasının garipliği bir yana, Edmund’un hiçbir durumda Fanny’ye ilgi duymadığına, hep onu kız kardeşi gibi gördüğüne de şahit oluruz. Nabokov’un öğrencilerinin de bu tespiti yapmış olmaları mümkün, ancak hocaları onları, bu şekilde kitap okumanın çok kötü bir yaklaşım olduğu konusunda, karakterlerle çocukça kaynaşmanın yanlışlığını söyleyerek uyarmış olmalı. Bu gibi dokunaklı detaylar onu ilgilendirmiyor. Nabokov, bunca zaman başarısını ispatlamış, dillerden ve ellerden düşmemiş bu klasiğin işleyiş mekanizmalarını çözmek peşinde.

Teknik olarak, sonuna doğru olay akışının mektuplaşmalarla ilerlemesinin romanı biraz hantallaştırdığı söylenebilir. Ancak, bu bölümde gelişen olayları da romanın başındaki gibi detaylı sahnelerle ortaya koysaydı, Austen’ın romanı bir türlü bitiremeyeceği, konuyu toparlayamayacağı belli. Bununla birlikte, sahneleyerek anlatmak ile özetleyerek anlatmak arasındaki farkı da bu bölümde daha net görüyoruz. Özetlenerek anlatılan olayların içine girmek mümkün değil. Kurgunun inandırıcılığı da ister istemez azalıyor. Öte yandan, sona yaklaştığımızda Fanny bize bir sürpriz yapıyor ve artık sabrının sınırlarını zorlayan Edmund’a karşı düşüncelerini bilinç akışı yöntemiyle ortaya koyuyor. Bu yöntem Austen’dan 150 yıl sonra James Joyce tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktır.

Nabokov’a göre üslup bir araç değildir, bir yöntem değildir, yalnızca kelimelerin seçilmesi değildir. Bütün bunlardan daha fazlası olan üslup, yazarın kişiliğinin içkin bir bileşeni ya da karakteristiğidir. Jane Austen etkileyici bir üsluba sahip bir yazardır ve edebiyat kariyeri boyunca üslubunu giderek daha etkileyici hale getirmeyi başarmıştır. Daha nice 100 yıl yaşaması dileğiyle…

KARE (The Square) Kendinle Yüzleşmelisin

Geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Kare (The Square), İsveçli yönetmen Ruben Östlund’ın son filmi. Turist (Force Majeure) filmiyle önemli bir çıkış yapan Östlund, yine zihinleri zorlayan bir yaklaşımla seyirciyi kendisiyle yüzleştirmek peşinde.

Filmden akılda kalacak olan, elbette maymun adam sahnesi. Bu sahnede, seyirciye -kendinle yüzleş- mesajını doruğa taşımış Östlund. Yemek masalarına oturmuş, gösteriyi bekleyen kibar hanımlar ve beyefendiler başlarına ne geleceğinin farkında değiller. Koltuklarına çakılmış seyirciler de aynı durumda. Bir anda salona, maymun sesleri çıkararak çığlıklar atan garip bir adam giriyor. Konukların bir kısmı tedirgin, başını önüne eğmiş bekliyor. Bir kısmı ise eğlenmeye başlamış bile, alaycı bakışlarıyla, gülmemek için kendini tutmaya çalışan büzüşmüş dudaklarıyla gösterinin tadını çıkarmaya hazırlar. Henüz hiç kimse başına ne geleceğini bilmiyor. Müze yöneticisinin, yanındaki önemli konuğu uyarması gerekiyor. Bu seferki zorlayıcı bir gösteri olacak. Yine de inanamıyoruz. Bu kadar şık ve zarif insanların bir araya geldiği nezih bir akşam yemeğinde en fazla ne olabilir ki?

the_square_still_2_0

Oysa maymun adamın çığlıkları boşuna değil. Gülüşmeler iyice sinirlendiriyor adamımızı. Neden boş boş bana bakıyor ve gülüyorsunuz? Vahşilik hepinizin içinde. Kendi içinize baksanıza. Şık giyinmiş olmanız, zenginliğiniz, entelektüel oluşunuz, sanata destek vermeniz sizi temizleyip paklamıyor, dönüp bir kendinize bakın önce. Ama insanlar anlamıyor. Kendilerini iyi hissetmek istiyorlar. Müzeye onca bağış yapmışlar ve bir akşam yemeğine davet edilmişler. İyi vakit geçirmeyi hak etmiş olmalılar. Bu maymun adam da nereden çıktı? Bizi eğlendirecek herhalde, diye düşünüyorlar. İyi düşünmek, iyi hissetmek istiyorlar.

Sonra gerilim hızla yükseliyor. Maymun adam vazgeçecek gibi görünmüyor. En az benim kadar vahşisiniz, bunu size göstermeden, hatta suratınıza şamar gibi çarpmadan şuradan şuraya gitmem, diyor maymun adam. Ve sergiliyor bu tavrını, salondaki herkesi şok edecek şekilde.

Konuklar arasına katılmış oyuncular rollerini o kadar iyi oynuyorlar ki, şiddetin boyutu olay kontrolden çıktı dedirtecek seviyeye geliyor. Bunun planlı bir gösteri olmaması çok zor ve zaten müze küratörü Christian filmin bir sahnesinde ne yapmak istediğini tam olarak söylüyor. Christian, tam da Östlund’un filmlerinde yaptığını yapmak istiyor: Sergilediği sanat eserlerinin insanları sarsması, kendileriyle yüzleştirmesi.

Filmde Christian, çağdaş sanat müzesinin küratörü, yakışıklı, zengin ve başarılı bir karakter olarak çiziliyor. İnsanlara, dönüp kendinize bakın demeye çalışan Christian’ın kendisi bunu yapıyor mu peki? Belki zorlanarak, bir ölçüde, ama başlangıçta pek de bilinçli değil. O da, akşam yemeğindeki konuklar gibi kendini iyi hissetmek ve biraz eğlenmek peşinde. Başarılı bir yönetici ve iyi bir baba olarak bunu hak ettiğini düşünüyor olmalı. Ama işler, Christian için de beklediği gibi gelişmiyor. Yaptığı yanlışlar daha büyük yanlışlara sebep oluyor, ve yakışıklı küratörümüzün seyirciye bu kadarını da hak etmiyor dedirtecek ölçüde tacizlere maruz kaldığını görüyoruz.

Örneğin, cep telefonunun çalınması sonrasında, bir apartmanın tüm dairelerine, telefonumu çaldığınızı biliyorum, mesajı atması başına büyük belalar açıyor. Bu olayla ilgili olarak ailesinin suçlamasına maruz kalan çocuk bir türlü peşini bırakmıyor. Christian çocuğun ailesinden özür dileyene kadar da bırakmayacağı anlaşılıyor. Çocuk neden bu olayı bu kadar büyütüyor, diye düşünüyor, hatta olup bitene gülüyoruz. Ancak, bir noktada, konunun asıl Christian’ın aklını ve vicdanını rahat bırakmadığını anlıyoruz. Çocuk gittikten sonra bile onun sesini duymaya devam etmesi bu yüzden. Ve sonunda özür dileme noktasına geldiğinde ise, ne çocuğu ne de ailesini bulabiliyor.

Christian’ın Amerikalı gazeteci Anne ile ilişkisinde de benzer bir rahatsızlık söz konusu. Çok iyi tanımadığın kadınlarla sık sık yatar mısın, diye soruyor Anne. Adını bile hatırlamadığın kadınlarla yattın mı, peki, benim adımı hatırlıyor musun? Kadının, aşırıya varan sorularıyla adamı kendi iş ortamında taciz etmesinde, küçük çocuğun Christian’ın peşini hiç bırakmamasına benzer bir abartı var. Konu yine aynı çünkü. Bu durum, aslında Christian’ı rahatsız ediyor. Belli ki, aramak ya da görüşmek istemeyeceği kadınlarla yatması çok da nadir yaşanan bir durum değil. Ve Christian bu durumdan rahatsız, kendisinden rahatsız, aslında diğer birçok konuda olduğu gibi.

Filmde, insanın kendisiyle yüzleşmesi teması tekrar tekrar ele alınıyor. Maymunluktan insanlığa geçebildik mi, böyle olacağımıza maymun kalsak daha mı iyiydi, dedirtecek çağrışımlar var. İnsanlara güvenemiyoruz. Kimse kimseye yardım etmek istemiyor. Ve birbirimizi umursamıyoruz.

Bu konular etrafında dönen filmi, mesajlarının dağınık olması yönünden eleştirmek mümkün. Yönetmen, çağdaş sanatın işlevi nedir, insanlar neden birbirlerine güvenmiyor, güvenmemekte haksız mıyız, neden kimse dönüp kendine bakmıyor, toplumsal hastalıklarımızın kaynağı insanın bencil oluşu mudur, gibi pek çok soru etrafında birbirinden kopuk denebilecek sahnelerde dolaştırıyor seyirciyi. Filmin bütüncül bir yaklaşıma sahip olmadığı, bir çeşit kafa karışıklığının eseri olduğu hissine kapılmamak mümkün değil. Yine de, temelde ele aldığı konu ve kimi çarpıcı sahneleri nedeniyle akıllarda kalacak bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz Kare’nin.

SEVGİSİZ (Nelyubov)

Sevgisizlik Bulaşıcıdır

Dönüş, Sürgün, Elena ve Leviathan filmlerinden tanıdığımız Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Nelyubov) adlı filmi Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Film Ekimi kapsamında gösterilen Nelyubov’da, günümüz Rusya’sında yaşanan bir kayıp hikâyesi anlatılıyor. Zvyagintsev, çoğunlukla yaptığı gibi, bu filminde de toplumsal felaketlerin izini bireysel yaşantıların derinlerinde sürüyor. Adını tam olarak koyduğu gibi, sevgisizlik üzerinden bir toplum eleştirisi getiriyor.

Loveless Picture

Soğuk bir film, Sevgisiz. Daha açılış sahnesinden, size soğuk bir hikâye anlatacağım diyor yönetmen, hazırlayın kendinizi. Filmin başında gördüğümüz okul binasının soğukluğu, zilin çalmasıyla fırlayarak kendilerini o sevimsiz binadan dışarı atan çocukların sesleriyle bir an olsun kırılır. Ormanda dolaşırken bulduğu bir şeridi bir sopanın ucuna bağlayıp ağaç dalına fırlatır çocuk. Orada artık kimsenin gözüne çarpmayacaktır o şerit. Önemine dikkat çekilmesi gereken alanları işaretlemek için kullanılan o şeride kimse dönüp bakmayacaktır. Tıpkı çocuğa kimsenin bakmadığı gibi. En çok göz önünde olması, en fazla özen gösterilmesi gereken çocuk an gelir yok olur. Seyirci olarak bizde bile iz bırakmadan kaybolup gider. Filmin başlarında çok az görürüz kendisini. Sonrasında, boşanma aşamasındaki çiftin kavgaları, yeni sevgilileriyle kendilerine yeni hayat kurma çabaları arasında gittikçe artan gerilim sürerken, peki çocuk nerede, ona ne oldu dediğimizde, aslında çocuğun çoktan beri, belki doğduğundan beri kayıp olduğunu anlarız. Arama timlerinin çocuğu bulup bulamamasının hiçbir önemi yoktur artık. Onu sevgiyle sahiplenecek kimse bulunmadığı sürece çocuk zaten kayıptır ve felaketten felakete sürüklenmektedir.

İşten atılmamak ve kredi borçlarını ödeyebilmek için her şeyi yapmaya hazır görünen baba, aşırı dindar işvereninin ailesi olmayanları kapı dışarı ettiğini bildiğinden, iyi bir aile babası gibi görünmenin her türlü sahtekâr yolunu araştırır da, oğluna babalık yapmayı hiç düşünmez. Bir üst sınıftan sevgilisiyle kendine yepyeni bir hayat kurmanın peşindeki anne ise boşandıktan sonra oğlunu yetimhaneye bırakma fikrinden en ufak rahatsızlık duymaz. Zvyagintsev, belli ki konunun altını iyice çizmek istemiş ve sevgisizliği en uç noktada yaşayan karakterler yaratmıştır. Gittikçe babasına benzediğini düşündüğü oğluna hiç yakınlık duymayan kadının nasıl bu kadar katı olabildiğini anlamamız için anneanneyi kısacık bir sahnede görmemiz yeterli olur. Sevgisizlik, toplumda hastalık yapan bulaşıcı bir virüs gibi yayılmıştır ve yayılmaya devam etmektedir.

Bir ara, 2012 yılının sonuna doğru çılgınca büyüyen, dünyanın sonu mu geliyor tartışmalarına kulak misafiri oluruz. Gerçekten dünyanın sonu mu gelmektedir? Filmi izlerken bundan hiç şüphemiz kalmaz. Dünyanın sonu çoktan gelmiştir. İnsanların bencil ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmediği; sadece statü, para ve kişisel taleplerine odaklandığı bir dünyada, kimsenin kimseyi sevmeyi beceremediği bir dünyada hayat var denebilir mi?

loveless Picture 2Dünyada neden bu kadar çok kötülük var? Leviathan filminde de bu sorunun üzerinde fazlasıyla duran yönetmen, bu filmde de aynı sorunu dert ediyor. Bu yönden bakıldığında, yönetmenin büyük Rus edebiyatı geleneğini takip ettiği söylenebilir. Diğer yandan, Rus edebiyatında örneklerini gördüğümüz karakterler çoğunlukla karmaşık ruh hallerine, zaman zaman belli ölçülerde iyi yönlerini de görebildiğimiz farklı kişilik özelliklerine sahiplerdir. Dostoyevski’den örnek verecek olursak, Raskolnikov gibi genç bir öğrenci veya Karamazov gibi bir toprak sahibi, derinine indikçe kazmaya devam etmek isteyeceğiniz zenginlikte karakterlerdir. Filmdeki ana karakterlerin ise, hakkında konuşmak dahi istemeyeceğiniz kadar sığ insanlar olduklarını görüyoruz. İnsanlar bu kadar mı sığlaştı, yoksa filmi eleştirebileceğimiz bir zayıflık mıdır karakterlerin bu kadar sığ olmaları? Bana göre, her ikisi de geçerli. Evet, günümüzde insanların büyük bir kısmının gittikçe daha da basit düzeyde yaşamaya yöneldikleri söylenebilir. Diğer taraftan, karakterleri biraz daha derinden görebileceğimiz, belki içlerindeki iyiliğin de bir ölçüde var olduğunu, tamamen yok olmadığını hissedebileceğimiz farklı yönleri de ortaya konulmuş olsaydı, film daha da üst perdeden bir anlatıma ulaşabilirdi demek de mümkündür.

Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir. Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.

Yönetmen, Leviathan filminde kapsamlı şekilde ele aldığı devlet kurumlarının çürümüşlüğü konusuna bu filmde de değinmeden geçmiyor. Kayıp çocuğun bulunması için en ufak bir girişimde dahi bulunmadıklarını görürüz polislerin. Olay doğrudan gönüllü toplum kuruluşuna yönlendirilir. Filmde tek iyi ve doğru işleyen yapı ise bu gönüllü organizasyonudur. Belki insanlığa dair tek bir umut varsa, bu umudun gönüllü girişimlerden geçtiğini düşünebiliriz. Filmin hemen her sahnesinde toplumsal çürümenin izleri görülür. Alkolizm, hedonizm, cep telefonuna bağımlılık ve selfie çılgınlığı bir yanda; Ukrayna’da yaşandığı üzere toplumsal travmalar diğer yanda… Evet, günümüz dünyasının bir özetidir gördüklerimiz.

Başında olduğu gibi sonunda da oldukça soğuk bir sahneyle biter film. Rusya soğuğu, kar soğuğu, sevgisizliğin soğuğu… Baştan bir sonraki sahne çocukların neşeli sesleriyle şenlenmiştir, sondan bir önceki sahne ise bize aynı duyguyu tekrar hatırlatır. Çocukların kahkahaları hayatımızdaki soğukluğu kırabilir. Eğer onlara dönüp bakabilir, yeni umutlar yeşertmeyi başarabilirsek.

 

 

 

 

 

Nocturnal Animals

GECE HAYVANLARI

Gece Hayvanları, moda dünyasından tanıdığımız Tom Ford’un yönetmenlik becerisini sergilediği ikinci filmi. İlkini henüz görmedim, ama bundan sonra mutlaka göreceğim. Pek çok bakımdan başarılı buldum filmi. En çok ilgimi çeken ise filmde okunan roman ile filmin kendi kurgusunun iç içe geçmiş senaryosu oldu.

Orta yaşlarda bir kadının, eski eşinin yazdığı anlaşılan bir roman taslağını posta kutusunda bulmasıyla başlıyor hikâye. Daha baştan, bir geçmişle hesaplaşma olacak gibi görünüyor. Film ilerledikçe, romanda anlatılan hikâyenin kadının kötü bitmiş eski ilişkisinin bir metaforu olduğunu anlıyoruz.

Aslında, romanın hikâyesi ile eski ilişkinin hikâyesi birbirinden ne kadar farklı. O gençlik günlerinde kadın eski kocasını eleştirirken adamın yazdıklarında sadece kendini anlattığını, tatsız ve zor okunan metinler kaleme aldığını, bu şekilde iyi bir yazar olamayacağını söylüyor. Adam ise şöyle düşünüyor: “Bir yazar daima kendini anlatır.”

Adamın yıllar sonra kaleme aldığı romanda şiddet içeren bambaşka bir hikâye var. Gece otobanda seyahat ederken bir serseri grubunun kurbanı olan ailenin dramı anlatılıyor romanda. Yazarın eski eşiyle yaşadıkları ise bambaşka bir hikâye.  Film ilerledikçe birbirinden çok farklı görünen iki hikâyede pek çok ortak duygu durumu olduğunu fark ediyoruz: aldatılmışlık, haksızlığa uğramışlık, yetersizlik, çaresizlik ve intikam arzusu.

Yazarın neler yaşadığını kadının geçmişi hatırlamasıyla gözden geçiriyoruz. Kadının ruh durumunu ise filmde bizzat görüyoruz. Her bakımdan kendini tüketmiş, sinir krizinin eşiğinde bir kadın. Belki filmin başında ne kadar kötü durumda olduğunun farkında bile değil, anlaması için romanı sonuna kadar okuması gerekecek. Bir zamanlar eski eşinin yazarlık hevesini baltalarken kendi ressamlık hayallerini de kökünden yıkmış olduğunu, geriye pek bir şey kalmadığını, filmin sonunda idrak edecek.

Filmden aklımda kalan güzel bir detay: “Bana tecavüzcü derseniz öyle olurum. Bana katil derseniz adam öldürürüm” diyor kötü adam bir yerde. Kötülük potansiyeli gördüklerimizi iteleyerek kötülüğe hapsetmiş mi oluyoruz? Belki o adam için çok geç, ama en başından farklı davranılsaydı nasıl biri olurdu, diye düşünmeden edemiyoruz. Yazar ile ilgili olarak da, daha en başından yazarlık hevesi baltalanmasaydı nasıl olurdu? Böyle bir roman yazmak yerine başka şeyler yazacaktı belki de. Hâlâ yazarlığını tam ispatlayamamış olduğunu anladığımız yazar, bir zamanlar eski eşi kendisine hiç güven duymadığı için mi kendine güvenmiyor?

Filmin kurgusu ile filmde anlatılan romanın kurgusundaki çakışmalar çok hoş bir zenginlik katmış. Tezatlar, paralellikler ard arda geliyor. Birbirine sarılmış yatan çıplak iki ceset ve sonraki sahnede birbirine sarılmış yatan çıplak iki sevgili.

Romandaki intikam ne vahşi bir intikam. Yazarın eski eşinden aldığı intikam çok zarif kalıyor onun yanında. Ama her ikisi de intikam sonuçta. Kadın da içten içe bir hesaplaşma istiyor, bekliyor gibi. Üzerinde intikam yazan tabloyu başköşeye koyması boşa değil.

Yazarlara, bu kitapta kendinizi mi anlattınız diye sorarlar bazen. Bu soruya filmden bir alıntıyla cevap vermek gerekirse, “Bir yazar daima kendini anlatır.” Yine, filmin senaryosundan hareketle şunu söylemek mümkün. Yazar anlattığı hikâye ile öyle bambaşka bir dünya kurar ki, kendi yaşadıklarının izini bulmak hem mümkün hem de imkânsız olabilir.

 

 

nocturnal animals film ile ilgili görsel sonucu